Monday, December 21, 2015

TÜRK EDEBİYATI-ÖDEV (21/12/2015)

Dede Korkut Hikayeleri hakkında bilgi toplayınız.
Aşağıdaki hikayeyi şu başlıklar altında inceleyiniz
1- Olay Örgüsü
2-Özet
3-Yazar-Anlatıcı İlişkisi
4-Anlatıcının Bakış Açısı
5-Kişiler
6-Yer
7-Zaman




DİRSE HAN OĞLU BOĞAÇ HAN
Bir gün Kam Gan oğlu Han Bayındır yerinden kalkmıştı. Şami otağını yer yüzüne diktirmişti Alaca gölgeliği gök yüzüne yükselmişti. Bin yerde ipek halıcığı döşenmişti. Hanlar hanı Bayındır yılda bir kerre ziyafet verip Oğuz beylerini misafir ederdi. Gene ziyafet tertip edip attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirmişti. Bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurmuştu. Kimin ki oğlu kızı yok, kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin demiştir. Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun, oğlu kızı olmayana Allah Taala beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bilsin demiş idi.

Oğuz beyleri bir bir gelip toplanmağa başladı. Meğer Dirse Han derlerdi bir beyin oğlu kızı yok idi. Söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

Serin serin tan yelleri estiğinde
Sakallı boza çalan çayır kuşu öttüğünde
Sakalı uzun müezzin ezan okuduğunda
Büyük cins atlar sahibini görüp homurdandığında
Aklı karalı seçilen çağda
Göğsü güzel koca dağlara gün vuranca


Bey yiğitlerin kahramanların birbirine koyulduğu çağda sabahın ilk aydınlığında Dirse Han kalkarak yerinden doğrulup, kırk yiğidini beraberine alıp Bayındır Han'ın sohbetine geliyordu. Bayındır Han'ın yiğitleri Dirse Han'ı karşıladılar. Getirip kara otağa kondurdular. Kara keçe, altına döşediler. Kara koyun yahnisinden önüne getirdiler. Bayındır Han'dan buyruk böyledir hanım, dediler. Dirse Han der: Bayındır Han benim ne eksikliğimi gördü, kılıcımdan mı gördü. soframdan mı gördü, benden aşağı kimseleri ak otağa, kızıl otağa kondurdu, benim suçum ne oldu ki kara otağa kondurdu dedi. Dediler: Hanım, bugün Bayındır Han'dan buyruk şöyledir ki oğlu kızı olmayana Tanrı Taala beddua etmiştir, biz de beddua ederiz demiştir dediler.Dirse Han yerinden kalktı, der: Kalkarak yiğitlerim yerinizden doğrulun, bu garaip bana ya bendendir ya hatundandır dedi.

Dirse Han evine geldi. Çağırıp hatununa söyler, görelim ne söyler:
Deyiş Der:

Beri gel başımın bahtı evimin tahtı
Evden çıkıp yürüyünce servi boylum
Topuğunda sarmaşınca kara saçlım
Kurulu yaya benzer çatma kaşlım
Çift badem sığmayan dar ağızlım
Kavunum yemişim düvleğim
Görüyor musun neler oldu


Kalkarak Han Bayındır yerinden doğrulmuş, bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ diktirmiş, oğulluyu ak otağa, kızlıyı kızıl otağa, oğlu kızı olmayanı kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin, onun ki oğlu kızı olmaya Tanrı Taala ona beddua etmiştir, biz de beddua ederiz demiş. Ben varınca gelerek karşıladılar kara otağa kondurdular, kara keçe altıma döşediler, kara koyun yahnisinden önüme getirdiler, oğlu kızı olmayana Tanrı Taala beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bil dediler: Senden midir, benden midir, Tanrı Taala bize bir topaç gibi oğul vermez nedendir, dedi, söyledi:

Der:

Han kızı yerimden kalkayım mı
Yakan ile boğazından tutayım mı
Kaba ökçemin altına atayım mı
Kara çelik öz kılıcımı elime alayım mı
Öz gövdenden başını keseyim mi
Can tatlılığını sana bildireyim mi
Alca kanını yer yüzüne dökeyim mi
Han kızı sebebi nedir söyle bana
Müthiş gazap ederim şimdi sana


dedi.

Dirse Han'ın hatunu söylemiş, görelim ne söylemiş. Der: Hey Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme, yerinden kalk, alaca çadırını yer yüzüne diktir, attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç keş, İç Oğuz'un Dış Oğuz'un beylerini basma topla, aç görsen doyur, çıklak görsen donat, borçluyu borcundan kurlar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver, dilek dile, olur ki bir ağzı dualının hayır duası ile Tanrı bize bir topaç gibi çocuk verir, dedi.

Dirse Han dişi ehlinin sözü ile büyük bir ziyafet verdi, dilek diledi. Attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi. İç Oğuz, Dış Oğuz beylerini basma topladı. Aç görse doyurdu. Çıplak görse donattı. Borçluyu borcundan kurtardı. Tepe gibi et yığdı, göl gibi kımız sağdırdı. El kaldırdılar, dilek dilediler. Bir ağzı dualının hayır duası ile Allah Taala bir çocuk verdi. Hatunu hamile oldu. Bir nice müddetten sonra bir oğlan doğurdu. Oğlancığım dadılara verdi, baktırdı.

At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Her kemikli gelişir, kaburgalı büyür. Oğlan on beş yasma girdi. Oğlanın babası Bayındır Han'ın ordusuna karıştı.

Meğer hanım. Bayındır Han'ın bir boğası var idi, bir de erkek devesi var idi. O boğa sert tasa boynuz vursa un gibi öğütürdü. Bir yazın bir güzün boğa ile erkek deveyi savaştırırlardı. Bayındır Han kudretli Oğuz beyleri île temaşa ederdi. seyreder eğlenirdi.

Meğer sultanım, gene yazın boğayı saraydan çıkardılar. Üç kişi sağ yanından, üç kişi sol yanından demir zincir île boğayı tutmuşlardı. Gelip meydanın ortasında koyu verdiler. Meğer sultanım, Dirse Han'ın oğlancığı üç de kabile çocuğu meydanda aşık oynuyorlardı. Boğayı koyu verdiler; oğlancıklara koç dediler.

O üç oğlan kaçtı. Dirse Han'ın oğlancığı kaçmadı. ok meydanın ortasında baktı durdu. Boğa da oğlana sürdü geldi. Diledi ki oğlanı helak kılsın. Oğlan yumruğu ile boğanın alnına kıyasıya tutup vurdu. Boğa geri geri gitti. Boğa oğlana sürdü tekrar geldi. Oğlan yine boğanın alnına yumruğu île sert vurdu. Oğlan bu sefer boğanın alnına yumruğunu dayadı, sürdü meydanın basma çıkardı. Boğa ile oğlan bir hamle çekiştiler. İki kürek kemiğinin üstüne boğanın köpük bağlandı. Ne oğlan yener, ne boğa yener. Oğlan fikreyledi, der: Bir dama direk vururlar, o dama destek olur, ben bunun alnına niye destek oluyorum duruyorum dedi. Oğlan boğanın alnından yumruğunu giderdi, yolundan sövüldü. Boğa ayak üstünde duramadı, düştü tepesinin üstüne yikıldı Oğlan bıçağına el attı. boğanın basını kesti. Oğuz beyleri gelip oğlanın basma toplandılar, aferin dediler. Dedem Korkut gelsin, bu oğlana ad koysun, beraberine alıp babasına varsın, babasından oğlana beylik
istesin, taht alı versin dediler.

Çağırdılar. Dedem Korkut gelir oldu. Oğlanı alıp babasına vardı. Dede Korkut oğlanın babasına söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

Der:

Hey Dirse Han beylik ver bu oğlana
Taht ver erdemlidir
Boynu uzun büyük cins at ver bu oğlana
Biner olsun hünerlidir
Ağıllardan on bin koyun ver bu oğlana
Etlik olsun hünerlidir
Develerden kızıl deve ver bu oğlana
Yük taşıyıcı olsun hünerlidir
Altın başlı otağ ver bu oğlana
Gölge olsun erdemlidir
Omuzu kuşlu cübbe elbise ver bu oğlana.
Giyer olsun hünerlidir.


Bayındır Han'ın ak meydanında bu oğlan cenk etmiştir, bir boğa öldürmüş senin oğlun, adı Boğaç olsun, adını ben verdim yaşını Allah versin dedi. Dirse Han oğlana beylik verdi, taht verdi. Oğlan tahta çıktı, babasının kırk yiğidini anmaz oldu. O kırk yiğit haset eylediler, birbirine söylediler : Gelin oğlanı babasına çekiştirelim. olur ki öldürür, gene bizim izzetimiz hürmetimiz onun babasının yanında hoş olur, ziyade olur dediler. Vardı bu kırk yiğidin yirmisi bir yana. yirmisi de bir yana oldu.
Önce yirmisi vardı, Dirse Han'a şu haberi getirdi, der: Görüyor musun Dirse Han neler oldu, murada maksuda ermesin, senin oğlun kötü çıktı hayırsız çıktı, kırk yiğidini yanına aldı, kudretli Oğuz'un üstüne yürüyüş etti, nerede güzel ortaya çıktı ise çekip aldı, ak sakallı ihtiyarın ağzına sövdü, ak bürçekli kadının sütunu çekti,
akan duru sulardan haber geçer, çapraz yatan Ala Dağ'dan haber aşar, hanlar hanı Bayındır'a haber varır, Dirse Han'ın oğlu böyle görülmemiş şey yapmış derler, gezdiğinden öldüğün daha iyi olur. Bayındır Han seni çağırır, sana müthiş gazap eyler, böyle oğul senin nene gerek, böyle oğul olmaktan olmamak daha iyidir, öldürsene dediler. Dirse Han varın getirin, öldüreyim, dedi.

Böyle deyince hanım, o namertlerin yirmisi daha çıka geldi ve bir dedikodu onlar da getirdiler. Der: Kalkarak Dirse Han senin oğlun yerinden doğruldu, göğsü güzel koca dağa ava çıktı, sen var iken av avladı kuş kuşladı, anasının yanma alıp geldi, al şarabın keskininden aldı içti. anası ile sohbet eyledi, babasına kast eyledi, senin oğlun kötü çıktı hayırsız çıktı, çapraz yatan Ala Dağ'dan haber geçer, hanlar hanı Bayındır'a haber varır, Dirse Han'ın oğlu böyle görülmemişşey yapmış derler, seni çağırtırlar, Bayındır Han'ın katında sana gazap olur, böyle oğul nene gerek, öldürsene dediler. Dirse Han der: Varın getirin öldüreyim, böyle oğul bana gerekmez, dedi. Dirse Han'ın hizmetkarları der: Biz senin oğlunu nasıl getirelim, senin oğlun bizim sözümüzü dinlemez, bizim sözümüzle gelmez, kalkıp yerinden doğrul, yiğitlerini okşa beraberine al, oğluna uğra, yanına alıp ava çık, kuş uçurup av avlayıp oğlunu oklayıp öldürmeğe bak, eğer böyle öldürmezsen bir türlü daha öldüremezsin, belli bil dediler.

Deyiş

Serin serin tan yelleri estiğinde
Sakallı boza çalan çayır kuşu öttüğünde
Büyük cins atlar sahibim görüp homurdandığında
Sakalı uzun müezzin ezan okuduğunda
Aklı karalı seçilen çağda
Kudretli Oğuzun gelininin kızının bezendiği çağda
Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca
Bey yiğitlerin kahramanların birbirine koyulduğu çağda

sabahın ilk aydınlığında Dirse Han yerinden kalktı. Oğlancığını yanına alıp kırk yiğidi beraberine aldı, ava çıktı.

Av avladılar, kuş kuşladılar. O kırk namerdin bir kaçı oğlanın yanına geldi, der: Baban dedi geyikleri kovalasın getirsin benim önümde tepelesin, oğlumun at koşturuşunu, kılıç çalışını, ok atışını göreyim, sevineyim, kıvanayım, güveneyim dedi, dediler. Oğlandır ne bilsin, geyiği kovalıyordu, getiriyordu. babasının önünde vuruyordu. Babam at koşturuşuma baksın kıvansın, ok atışıma baksın güvensin, kılıç çalışıma baksın sevinsin diyordu. O kırk namertler derler: Dirse Han, görüyor musun oğlanı, kırda bayırda geyiği kovalıyor senin önüne getiriyor, geyiğe atarken ok ile seni vurup öldürecek, oğlun seni öldürmeden sen oğlunu öldürmeğe bak dediler.

Oğlan geyiği kovalarken babasının önünden gelip gidiyordu. Dirse Han Korkut sinirli sert yayını eline aldı. Üzengiye kalkıp kuvvetle çekti, doğrultup attı, oğlanı iki küreğinin arasından vurup çaktı, yıktı. Ok isabet etti, alca kanı fışkırdı koynu doldu, büyük cins atının boynunu kucakladı yere düştü. Dirse Han istedi ki
oğlancığının üstüne gürleyip düştü. O kırk namert bırakmadı. Atının dizginim döndürdü, yurduna gelir oldu.

Dirse Han'ın hatunu oğlancığınım ilk avıdır diye attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi. Oğuz beylerine ziyafet vereyim dedi. Toparlanıp yerinden kalktı, kırk ince kızı beraberine aldı, Dirse Han'a karşı vardı. Başını kaldırdı Dirse Han'ın yüzüne baktı. Sağ ile soluna göz gezdirdi, oğlancığını görmedi. Kara bağrı
sarsıldı, bütün yüreği oynadı, kara süzme gözleri kan yaş doldu. Çağırıp Dirse Han'a söyler, görelim hanım ne söyler:

Beri gel basımın bahtı evimin tahtı
Han babamın güveyisi
Kadın anamın sevgisi
Babamın anamın verdiği
Göz açıp da gördüğüm
Gönül verip sevdiğim
A Dirse Han
Kalkarak yerinden doğruldun
Yelesi kara cins atına sıçrayıp bindin
Göğsü güzel koca dağa ava çıktın
İki vardın bir geliyorsun yavrum hani
Karanlık gecede bulduğun oğul hani
Çıksın benim görür gözüm a Dirse Han yaman seğriyor
Keşlisin oğlanın emdiği süt damarım yaman sızlıyor
San yılan sokmadan akça temin kalkıp şişiyor
Yalnızca oğul görünmüyor bağrım yanıyor
Kuru kuru çaylara su saldım
Kara elbiseli dervişlere adaklar verdim
Aç görsem doyurdum çıplak görsem donattım
Tepe gibi et yığdım göl gibi kımız sağdırdım
Dilek ile bir oğul zorla buldum
Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana
Karşı yatan Ala Dağdan bir oğul uçurdunsa söyle bana
Taşkın akan koşan sudan bir oğul akıttınsa söyle bana
Aslan ile kaplana bir oğul yedirdinse söyle bana
Kara giyimli azgın dinli kafirlere bir oğul aldırdınsa söyle
bana
Han babamın katına ben varayım
Ağır hazine bol asker alayım
Azgın dinli kafire ben varayım
Paralanıp cins atımdan inmeyince
Yenim ile alca kanımı silmeyince
Kol but olup yer üstüne düşmeyince
Yalnız oğul yollarından dönmeyeyim
Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana
Kara başım kurban olsun bugün sana

dedi. feryat figan eyledi ağladı. Böyle deyince Dirse Han hatununa cevap vermedi, o kırk namert karşı geldi, der: Oğlun sağdır esendir, avdadır, bugün yarın nerde ise gelir, korkma kaygılanma, bey sarhoştur cevap veremez dediler.

Dirse Han'ın hatunu çekildi geri döndü. Dayanamadı, kırk ince kızı beraberine aldı. büyük cins ata binip oğlancığım aramağa gitti. Kışta yazda karı buzu erimeyen Kazılı Dağına geldi çıktı. Alçaktan yüce yerlere koşturup çıktı. Baktı gördü bir derenin içine karga kuzgun iner çıkar, konar kalkar. Büyük cins atını ökçeledi, o
tarata yürüdü.

Meğer sultanım, oğlan orada yıkılmıştı. Karga kuzgun kan görüp oğlanın üstüne konmak isterdi. Oğlanın iki köpekceğîzi var idi. kargayı kuzgunu kovalardı, kondurmazdı. Oğlan orada yıkılınca boz atlı Hızır oğlana hazır oldu. üç defa yarasını eli île sıvazladı, sana bu yaradan korkma oğlan ölüm yoktur, dağ çiçeği ananın sütü ile senin yarana merhemdir dedi, kayboldu.

Oğlanın anası oğlanın üstüne koşturup çıka geldi. Baktı gördü oğlancığı alca kana bulanmış yatıyor. Çağırarak oğlancığına söyler, görelim hanım ne söyler:

Der:

Kara süzme gözlerim uyku bürümüş aç artık
On iki kemikçiğin harap olmuş topla artık
Tanrının verdiği tatlı canın seyranda imiş yakala artık
Öz gövdende canın var ise oğul haber bana
Kara başım kurban olsun oğul sana
Akar senin suların Kazılık Dağı
Akar iken akmaz olsun
Biter senin otların Kazılık Dağı
Biter iken bitmez olsun
Koşar senin geyiklerin Kazılık Dağı
Koşar iken koşmaz olsun taş keşlisin
Ne bileyim oğul arslandan mı oldu
Yoksa kaplandan mı oldu ne bileyim oğul
Bu kazalar sana nereden geldi
O gövdende canın var ise oğul haber bana
Kara başım kurban olsun oğul sana
Ağız diden bir kaç kelime haber bana

dedi. Böyle diyince oğlanın kulağına ses geldi. Başını kaldırdı, ansızın gözünü açtı anasının yüzüne baktı. Söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

Der:

Beri gel ak sütunu emdiğim kadınım ana
Ak bürçekli izzetli canım ana
Akanlardan sularına beddua etme
Kazılık Dağının günahı yoktur
Bitenlerden otlarına. beddua etme
Kazılık Dağının suçu yoktur
Koşan geyiklerine beddua etme
Kazlık Dağının günahı yoktur
Arslan ile kaplanma beddua etme
Kazılık Dağının suçu yoktur
Beddua edersen babama et
Bu suç bu günah babamdandır


dedi. Oğlan yine der: Ana ağlama, bana bu yaradan ölüm yoktur korkma, boz atlı Hızır bana geldi, üç kerre yaramı sıvazladı, bu yaradan sana Ölüm yoktur, dağ çiçeği, ananın sütü sana merhemdir dedi. Böyle diyince kırk ince kız yayıldılar, dağ çiçeği topladılar. Oğlanın anası memesin! bir sıktı sütü gelmedi. iki sıktı sütü gelmedi, üçüncüde kendisini zorladı, iyice doldu, sıktı süt ile kan karışık geldi. Dağ çiçeği ile sütü oğlanın yaraşma sürdüler. Oğlanı ata bindirdiler, alarak yurduna gittiler. Oğlanı hekimlere emanet edip Dirse Han'dan sakladılar. At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Hanım, oğlanın kırk günde yarası iyileşti, sapa sağlam oldu. Oğlan ata biner kılıç kuşanır oldu, av avlar kuş kuşlar oldu. Dirse Han'ın haberi yok, oğlancığını öldü biliyor.

O kırk namertler bunu duydular, ne eyleyelim diye konuştular. Dirse Han eğer oğlancığını görürse, bırakmaz bizi hep öldürür dediler. Gelin Dirse Han'ı tutalım, ok ellerini ardınabağlayalım, kıl sicim ok boynuna takalım, alıp kafir ellerine yönelelim diyerek. Dirse Han'ı tuttular. Ak ellerini ardına bağladılar, kıl sicim boynuna taktılar, ok etinden kan çıkıncaya kadar dövdüler. Dirse Han yayan, bunlar atlı yürüdüler, alıp kanlı kafir ellerine yöneldiler. Dirse Han esir oldu gider. Dirse Han'ın esir olduğundan Oğuz beylerinin haberi yok.

Meğer sultanım, Dirse Han'ın hatunu bunu duymuş. Oğlancığına karşı varıp söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

Der:

Görüyor musun ay oğul neler oldu
Sarp kayalar oynamadı yer oyuldu


yurtta düşman yok iken senin babanın üstüne düşman geldi, o kırk namertler babanın arkadaşları baban; tuttular, ak ellerini ardına bağladılar, kıl sicim ek boynuna taktılar, kendileri atlı babanı yayan yürüttüler, alıp kanlı kafir ellerine yöneldiler, hanım oğul kalkarak yerinden doğrul, kırk yiğidim beraberine al, babanı o kırk namertten kurtar. yürü oğul. baban sona kıydı ise sen babana kıyma, dedi. Oğlan anasının sözünü kırmadı. Boğaç Bey yerinden kalktı, kora çelik öz kılıcını beline kuşandı, ok kirişli sert yayını eline aldı, altın mızrağını koluna aldı, büyük cins atını tutturdu sıçrayıp bindi, kırk yiğidini beraberine aldı, babasının ardınca koşturup gitti.

O namertler de bir yerde konmuşlardı, al şarabın keskininden içiyorlardı. Boğaç Han sürüp yetişti. O kırk namert de bunu gördüler. Dediler: Gelin varalım şu yiğidi tutup getirelim, ikisini bir arada kafire yetiştirelim dediler. Dirse Han der:

Kırk yoldaşım aman
Tanrının birliğine oktur güman


benim elimi çözün, kolca kopuzumu elime verin, o yiğidi döndüreyim, ister beni öldürün ister diriltin, bırakı verin dedi. Elini çözdüler, kolca kopuzunu eline verdiler. Dirse Han oğlancığı olduğunu bilmedi, karşı geldi. Söyle, görelim hanım ne söyler :

Der:

Boynu uzun büyük cins atlar gider ise benim gider
Senin de içinde bineğin var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Ağıllardan on bin koyun gider ise benim gider
Senin de içinde etliğin var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Develerden kızıl deve gider ise benim gider
Senin de içinde yük taşıyıcın var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Altın başlı otağlar gider ise benim gider
Senin de içinde odan var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Ak yüzlü ela gözlü gelinler gider ise benim gider
Senin de içinde nişanlın var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Ak sakallı ihtiyarlar gider ise benim gider
Senin de içinde ak sakallı baban var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan kurtarayım dön geri
Benim için geldin ise oğlancığımı öldürmüşüm
Yiğit sana günahı yok dön geri

dedi. Oğlan burada babasına söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:.

Boynu uzun büyük cins atlar senin gider
Benim de içinde bineğim var
Bırakmam12 yok kırk namerde
Develerde kızıl deve senin gider
Benim de içinde yük taşıyıcım var
Bırakmam yok kırk namerde
Ağıllarda on bin koyun senin gider
Benim de içinde etliğim var
Bırakmam yok kırk namerde
Ak yüzlü ela gözlü gelin senin gider ise
Benim de içinde nişanlım var
Bırakmam yok kırk namerde
Altın başlı otağlar senin gider ise
Benim de içinde odam var
Bırakmam yok kırk namerde
Ak sakallı ihtiyarlar senin gider ise
Benim de içinde bir aklı şaşmış şuuru yitmiş ihtiyar babam var
Bırakmam yok kırk namerde

dedi. Kırk yiğidine tülbent salladı, el eyledi. Kırk yiğit büyük cins atım oynattı, oğlanın etrafına toplandı. Oğlan kırk yiğidini beraberine aldı, at tepti, cenk ve savaş etti. Kiminin boynunu vurdu, kimini esir eyledi. Babasını kurtardı, çekildi geri döndü. Dirse Han burada oğlancığının sağ olduğunu bildi. Hanlar hanı Bayındır
oğlana beylik verdi, taht verdi, dedem Korkut destan söyledi deyiş dedi, bu Oğuznameyi düzdü koştu, böyle dedi:

Onlar da bu dünyaya geldi geçti
Kervan gibi kondu göçtü
Onları da ecel aldı yer gizledi
Fani dünya yine kaldı
Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya


Kara ölüm geldiğinde geçit versin. Sağlıkla, akılla devletini Hak artırsın. O övdüğüm yüce Tanrı dost olarak medet eriştirsin.

Dua edeyim hanım: Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli büyük ağacın kesilmesin Taşkın akan güzel suyun kurumasın. Kanatlanın uçları kırılmasın. Koşar iken ak boz atın sendelemesin. Vuruşunca kara çelik öz kılıcın çentilmesin. Dürtüşürken alaca mızrağın utanmasın. Ak bürçekli ananın yeri cennet olsun. Aksakallı babanın yeri cennet olsun. Hakkın yandırdığı çırağın yana dursun. Kadir Tanrı seni namerde muhtaç eylemesin hanım hey!...

DİL VE ANLATIM ÖDEVİ- İSİM TAMLAMASI/SIFAT TAMLAMASI (21/12/2015)

Aşağıdaki hikayeden 25 isim tamlaması 25 sıfat tamlaması bulup defterinize yazınız
Bunu yaparken  sıfat tamlamalarının eksik tamlamalar olduğunu hatırınızda tutunuz.
"kırımızı kalemini" sıfat tamlaması değil , nesnedir. sıfat tamlaması "kırmızı kalem"dir
Yine isim tamlamalarının  tamlanan unsurunun   ı,i,u,ü/sı,si,su,sü/ları leri  eklerini aldığını   tamlama belirtiliyse tamlayan unsurun   ın,in,un,ün  ilgi ekini aldığını   belirtisizse bu eki almadığını unutmayınız.  sıfat tamlamalarının sağlamasını yapmak için tamlanan unsura   nasıl,hangi,kaç,kaçıncı,kaçar,kaçta kaç   gibi sorular sorulur. İsim tamlamalarında ise tamlanana   kim,ne,kimin,neyin soruları sorulur.



Ayran - Sabahattin Ali



Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu.
İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten
karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat
yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp
boğuluyordu.

Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş
olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra
dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko
maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az
ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla
dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine
vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup
önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi.
Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun
topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya
çamura basıyordu.

Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol
bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük
ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

Küçük Hasan senelerden beri gördüğü şeylere alakasız
gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak
geçen ve ta yanına gelmeden farkına varılmayan dört adım genişliğindeki
küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan ibaret
köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.

Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan
değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç
gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki, yaprakları
dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi andırıyordu.

Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde
kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört
saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu
anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu.
Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek,
geri dönmek mecburiyeti...

Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı
tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi.
Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığıni gördü.

İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam
orta yerinde yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla
daha zavallı görünen bu soğuk bina, oraya rastgele atılmış
bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta treni
bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi
ve birkaç dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte
keyifli bir ıslık edası vardı.

Küçük Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna
gelince biraz dinlendi, sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı
aralayarak içeri süzüldü.

İstasyon binasıyla raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki
yerde, heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile,
kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara dayanan bir jandarmadan
başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit
kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan
değildi. Ancak yazın civar köylerden kara üzüm, kavun,
karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı. Kışın ise
küçük Hasan'la üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu
getiren topal ve ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi.
Tren geldikçe rahatsız edilmiş bir suratla ortaya çıkan
istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir,
bütün gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses
çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla geçirirdi.

Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük
Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları
seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp
bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin
arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri
görülüyordu.

Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini
haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne
geldi ve durdu.

Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı
yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere
kaldırarak:

-Ayran, ayran, temiz ayran!- diye bağırmaya başladı.

Yazın -buz gibi!- diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada,
sanki her ayran kelimesinin başında hala o -buz gibi- sıfatı
vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile. Trenin hemen hemen
bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de boyalı
saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.

Küçük Hasan'ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara
dikiliyor ve bunların arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek
insanlar; hali vakti yerinde köylüler, boyunbağsız esnaflar,
izinli giden askerler, hasılı susamış kimseler arıyordu.

Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı
dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü
buruşturarak:

-Ayran, temiz ayran!..- demeye devam ediyordu.

Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna
mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi.
Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dört gözle bekleyen
iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor
ve o hep bağırıyordu:

-Temiz ayran... Temiz...-

Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç
saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da
yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye
iki gün bile yetmiyordu... Ondan sonra iki kardeşi beslemek
vazifesi küçük Hasan'a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında
olan bu sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan
ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret gibiydi.
Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lazım olan
mayayı onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere --tavan
direklerinin duvarla birleştiği köşeye-- saklamaya mecbur
oluyor ve her gün, istasyonda bulunduğu sırada, bu iki aç midenin,
kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken ihtiyar keçiyi
bile yiyeceklerinden korkuyordu.

Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya
koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere
ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o
balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü.
O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan
midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki
üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir
yorganın altına sokulurdu.

Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima
yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve
döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun kendisine nasıl parlak
ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca
tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı
kadar bağırdı:

-Ayran... Ayran!..-

Trenin üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi.
Uzun boyunlu, kasketli, kır bıyıklı bir baş uzanarak:

-Ver bakalım bir tane!- diye seslendi.

Küçük Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini
gözlerini maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor ve sulu
ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız gömleğine damlatıyordu.

Maşrapayı uzatarak:

-Doldur bir daha!..- dedi.

Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp
aşağı attı:

-Ver beş kuruş!..-

Küçük Hasan:

-Yok ki!- dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan
başka kimse kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye
başladığı için, boynunu içeri çekmiş, trenin kalkmasını
bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu,
parayı uzattı:

-Şunu iki çeyrek yapsana!..- dedi.

Memur cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.

Trenin penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:

-Gelsene ulan!- diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa
koştu. Penceredeki:

-Ver on kuruşu!..- dedi.

Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti.
Adam parayı yine yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz
bir eda ile:

-Yok çeyreğim, ne yapalım!- dedi.

Vagon küçük Hasan'dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun
boyunlu adam, pencereden sarkarak:

-Hey, çocuk, hakkını helal et!- diye bağırdı. Küçük Hasan
hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu.
Tekerleklerin gürültüsü arasında adamın sesi tekrar duyuldu:

-Helal et bakayım, helal et!.. Hadi!-

Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak
istasyon duvarının kar tutmayan bir kenarına çömeldi.

Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük Hasan eve
eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.

Soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi
kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgardan
gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu.

Akşama kadar bu köşede bekledi. Ara sıra ayağa kalkıp
dizlerini ovuşturuyor, sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki
sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu. Düşünmesi ve tahayyül
etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için,
bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası
aklına geldi. Onun ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük
çocuğunu toprak bir damda bırakarak başka köylerde ve el
yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir
merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla
aynı vaziyette bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç
mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep o kin dolu bakışlarla
karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız
bir çorba yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder, (yetinir) evi
bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar kaldıktan sonra, bazen
bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan onun
ağzından babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime
bile duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile
bunları merak etmiş değildi. Hayatı istasyonda ayran satmaktan
ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret sanıyordu. Bunun
için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve
gelip birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk
daha doğurur, beş on gün sonra onu da başıma bırakarak
giderse, diyordu... Bu yeni misafiri de doyurmak kendisine
düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih
ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti.
Hayat eskisinden daha feci olarak devam edecek ve Hasan,
günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyla bu müthiş
mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün boş zamanlarını
keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan
kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.

Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola
çıkarsa istasyona yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü
satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar kadar, belki
de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün
hafif olacağı düşüncesiydi.

Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine
kalıyor, fakat istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek
yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.

Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan
köye dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım
saat kala istasyon korkutucu bir alacakanlığa gömülmüştü.

Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini düşünerek titredi
ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı çıkan
istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.

Trenin istasyonda durmasıyla kalkması bir oldu. Küçük
Hasan kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal meyal belli
olan insan şekillerine bakarak trenin bir başından öbür başına
koştu ve -Ayran, temiz ayran!- diye bağırdı, kocaman kunduraları
ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı
ağzına doluyordu.

Vagonların pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine
yayılan soluk muştatil (dikdörtgen biçimindeki) ışıklar sıçraya sıçraya
uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı ve tahta parmaklıklı kapıyı
iterek köyün yolunu tuttu.

Henüz karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu.
Güğümün içindeki ayran her adımda çalkalanıyor ve
garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından içeri işleyen rutubet
onu titretmeye başlamıştı.

Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden ve bir hayvan
gibi yolunu alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine
doğru daldıkça pabuçlarının ve güğümdeki ayranın sesine
başka sesler de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar bağrışıyordu.

Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını
daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu.
Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her çarptığı
yer dakikalarca sızlıyordu.

Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgardan, dizlerine
sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı,
sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu.
Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun
parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak
istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört
duvar arasında bulunmak... Bu geniş karanlıktan, bu seslerden
kaçmak...

Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu.
Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar
saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku
sesleri fırlıyordu.

Uzaklardaki hayvan sesleri gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki
yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni geçmişti. Çapaklı
gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı.
Hiçbir şeyler göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile
ışıkları ta kenarına gelmedikçe görünmeyen köy ona, varılması
imkanı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere sıkıştırıldığını ve kaçacak
yer olmadığını anlayan bir hayvan gibi vahşi ve nihayetsiz
bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı
fırlatarak koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmaya
başladı. Bunlar bazan -Ana... Ana!- der gibi oluyor, bazan da
-A...A...Aaah- -A...A...Aaah- halinde karanlığa yayılıyordu.

Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların
arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı.
Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını
hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık
çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi
iniyor ve korkusunu birkaç misli artırıyordu. Boğazına bir şeyler
tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken
dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş altı adım
sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir
şekil almıştı.

-Ana...Ana!- derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde
kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların
bağırışından farksız oluyordu.

Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu
kar örtmeye çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin
arasından:

-Ana... Anacığım... Ana!- diye mırıldanmaya çalışıyordu.
Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında
rüzgarın sesini dinleyerek küçük Hasan'ı bekleyen iki
kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün
etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine
sokularak ağlaşıyorlardı.


1938