Sunday, March 18, 2018

TEVFİK FİKRET- BALIKÇILAR ŞİİRİNİN İNCELEMESİ

BALIKÇILAR
- Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder
Bugün açız yine; lakin yarın, ümid ederim
Sular biraz daha sakinleşir... Ne çare, kader

- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta

- Olur
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz
Çocuk düşündü şikayetli bir nazarla: - Ya biz
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz

Hâlâ
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi

- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme...
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa
- O gitmek istedi; "Sen evde kal!" diyor...
- Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem

Kadın bu son sözle
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle
Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine
Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine
Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan
Bir ihtilac ile etrafa ra'şeler vererek
Uğulduyordu...
- Yarın yavrucak nasıl gidecek

Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
İlerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak -
şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah kaburgasını... Ah açlık, ah ümid
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid
Eliyle engini güya işaret eyleyerek
Diyordu: "Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!"

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; "Yürümek
Nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda... Yürü!"
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?

Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... Ölüyor
Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikayetler...


Mefâililn Meifâtün mefâilün feilün

Metin İncelemesi:
Biçim Yönünden:
Biçimi: Nazım.
Nazım biçimi: Manzum hikâye.
Nazım birimi: Bend
Ölçüsü: Aruz.
Me fâ i lün/fe i lâ tün/me fâ i iün/fe i lün
Bu gün a çız/yi ne ev lat/la rım di yor/du pe der
Türü: Didaktik şiir.
Konusu: Açlık ve yoksulluk içindeki bir balıkçı ailesinin dramatik hayatı anlatılıyor.
Ana düşünce : İnsanların hayatlarında karşılaş­tıkları çeşitli zorluklar, toplumsal felaketlerdir; onla­rın acısını duymak ve paylaşmak gerekir.
Kafiye şeması : Şiirde şaire özgü özel bir kafi­ye düzeni vardır.
Kafiyeli olan, "Peder/kader" sözcüklerinde ortak kafiye sesi "DER" olup zangin kafiyedir. "Eder-im/ gider-im" sözcükle rinde ki "-im" kişi ekleri rediftir. Geriye kalan bölümlerde ortak kafiye sesi "DER" olup zengin kafiyedir.

Yardımcı Bilgiler:
Balıkçı şiiri, manzum bir hikâyedir. Nazım biçi­mi, Batı edebiyatından aldığımız yeni tarz bir nazım peklidir. Hatta Batı edebiyatından esinlenerek şairin oluşturduğu yeni bir tarzdır da denebilir. Bu dönemde yazılan şiirlere ayrı ayrı nazım biçimi adı vermek olanağı olmadığından, tümüne birden "yeni edebiyatın yeni nazım şekli" de denmektedir.
Şiirde düzenli bir dize kümelenişi yoktur. Anlamların bittiği yerde dizelerin kümelenişi bitmektedir. Bu bakımdan nazım birimine "bend" demek daha doğru olur.
Şair, şiirde "anne" sözü yerine "nine" sözcüğünü kullanıyor. Bu bir fantezidir.
Şiirde geçen; "Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha!" dizesiyle, toplumumuzun kadına bakış açısı eleştirilmektedir. Bu kötü düşünce, balıkçının ya da onun düzeyinde olanların düşüncesidir? şairin düşüncesi değildir. Sözle, toplumun kadın istismarcılığı yerilmiş oluyor.
"Deniz ufukta, kadın evde muhtazır...ölüyor." Dizesine göre, kadın evde yaşamını yitiriyor; deniz ise ufukta sakinleşiyor, fırtına diniyor. Biri istenen bir ölüm diğeri istenmeyen bir ölüm oluyor.

Dil özellikleri:
a) Söyleyiş rahat, anlatım canlıdır.
b) Kahramanlar, kişiliklerine uygun konuşturulmuştur.
c) Kişilerin ağzından söyletilen cümleler sade,şâirin ağzından söylenenler yabancı söz ve tamlamalarla yüklüdür. Sıfat tamlamalarına çokça yer verilmiştir.
d) Konuşmalarda halk söyleyişi ustalıkla kullanılmıştır: "Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta; sakın biraz yedek ip, mantar almadan gitme; açınca pikeni hiç bırakma, oynasın varsın. Deniz kadın gibidir hiç inanmak olmaz ha!"
e) Nazım nesre yaklaştırılır. Dizeler yan yana getirilip okunduğunda kurallı bir nesir yazısı ortaya çıkmaktadır. Bu da şairin nazmı nesre yaklaştı rüyadaki ustalığını göstermektedir.
f) Divan ve Tanzimat edebiyatında cümleler be­yitte tamamlanıyordu. Oysa bu şiirde cümleler beyit­te tamamlanmamakta, anlam daha sonraki dizelere akabilmektedir.
g) Aynı anlama gelen sözcükler şiirde yanyana getirilmiş, kimi dizelere serpiştirilmiştir. Bu da naz­mı nesre yaklaştırma özelliklerinden biridir.

Söz Sanatları:
"Dışarda gürleyerek bir ordu gibi döverdi sahili binlerce dalgalar, asabi" dizesinde, dalgalar, "teşhis" (kişileştirme) sanatı yoluyla bir insan gibi düşünülü­yor, kükremiş orduya benzetilerek "teşbih-i beliğ" sanatı yapılıyor. "Kayık çocuk gibidir", "deniz kadın gibidir" sözlerinde de hem teşhis hem de benzetme sanatı görülüyor.

Araştırmalar :
  • Bu şiirde anlatılanlar şöyle özetlenebilir: Bir balıkçı ailesi vardır. Bu aile çok yoksuldur. Bunların eski, kırık bir kayıkları bulunmaktadır. Onunla balık avcılığı yaparak geçimlerini sağlamaktadırlar. Anne çok hastadır, baba ise yaşlıdır. Bu yüzden oğlu, fırtı­nalı bir gecede yalnız balığa çıkar. Hasta anne, yaş­lı baba oğlunun denizden dönmesini heyecan ve ümit­le bekler ama, azgın dalgalarla boğuşan oğlu denizde yiter. Baba, gerçekleşmesinden korktuğu acı sonla karşılaşır. Anne ölür, baba çıldırır, çocuk yaşamından olmuş olur. Karşılıklı konuşmalar, bu acıklı hikâyeye doğal­lık kazandırmakta, okuyucunun ilgisini canlı tutmak­tadır.
  • Manzum hikâyede yapılan tasvirler, hayatın ger­çeklerine uygun düşmektedir. Şair şiirinde anlattığı felâketi bir takım tasvirlerle süslüyor, bu tasvirlerle bir düşünce tablosu çiziyor. Tasvirleri de çokça kul­landığı sıfatlarla yapıyor. Tasvirler; deniz, fırtına, ka­yık, kadın ve baba ile ilgilidir. Bu tasvirlere göre, deniz hırçın bir kadın gibidir, dalgaları kükremiş bir orduyu andırmaktadır. Fırtına ise gazaba gelmiş gibi­dir. Kayık, eski bir teknedir; ipleri çürük ve düğüm­lüdür. Baba ve oğul, anneyi yan gözle süzüyor, ona ölümünün yakın olduğunu hissettirmiyor. "Deniz ufuk­ta, kadın evde" ölürken, baba, üç gecedir denizi pen­cereden seyrediyor. Sahile vurmuş boş bir tekneyi gördüğünde bir yeri yumruklayıp gülerek gösteriyor, yani çıldırıyor. Bütün bu tasvirlerde gerçeğe aykırı bir taraf görülmüyor.
  • Bu şiirde balıkçı ailesinin durumuyla ilgili şun­ları öğreniyoruz: Balıkçı ailesi üç kişiden oluşuyor: Anne, baba ve oğul. Aile çok yoksuldur. Balık avcılı­ğı ile geçimlerini sağlamaya çalışmaktadırlar. Anne hasta, baba yaşlıdır. Çocuk ise çok gençtir. Bu aile­nin sonu tam bir felâketle bitmektedir. Anne ölür, çocuk denizde boğulur, baba çıldırır.
  • Hikâyedeki kişilerin, yani anne, baba ve çocuğun birbirlerine karşı davranışları, Türk toplumunun gele­neksel yapısına uygun düşmektedir. Baba, güngörmüş, deneyimli biridir. Oğluna sorumluluk yüklemekte, us­ta bir balıkçı olarak; "Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın; Sakın yedek biraz ip, mantar almadan git­me...Açınca yelkeni, hiç bakma, oynasın varsın" söz­leriyle ona öğüt verip yol göstermektedir. Çocuk, tüm gençler gibi atak, cesur, korkusuz ve ailesine bağlı bir gençtir. Anne, "Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi balığa? Yarın yavrucak nasıl gidecek?" sözlerinden de anlaşılacağı gibi, yüreği sevgi dolu bir Türk anasıdır, oğlunu bir daha görememek endişesi ve korkusu içindedir.
  • Şiirde geçen "hayâl-i sefid" (beyaz hayal) tamlamasıyla, yoksul balıkçı ailesinin yarınlarla ilgili ümitleri, yoksulluktan kurtulma düşleri anlatılıyor. Ne var ki, şiirde bu ümit gerçekleşmiyor.
  • Tevfik Fikret'ten okuduğumuz "Yağmur", "Seza" adlı şiirler, nazım birimi, nazım biçimi, kafiye örgü­sü, dil özellikleri, anlatım yönlerinden bu şiire benzi­yor; sadece konu yönünden ayrılıyor. "Yağmur" şiiri, bir doğa olayını; "Seza" şiire şairin bir arkadaşıyla ilgili anısını; "Balıkçılar" şiiri de toplumsal bir olayı ele alıp işlemektedir.
  • Yaşlı balıkçının "Bir yeri yumrukla gösterip gül­mesi", onun çıldırdığım gösteriyor. Bu da balıkçının bir ruhsal çöküntü içinde olmasından ileri geliyor.
  • Şiirin konuşma bölümlerinde dil sade, söyleyiş rahat, anlatım canlıdır; tasvir bölümlerinde dil yabancı söz ve tamlamalarla yüklü ve bol sıfatlı­dır.

11.SINIF SINAV NOTLARI

SERVET-İ FÜNUN ŞİİRİNİN GENELÖZELLİKLERİ

Servet-i Fünûn şiirinin en belirgin özelliği kullanılan dildeki
farklılıktır. Tanzimat Dönemi şairlerinin dilde sadeleşme
çabaları yerine, daha ağır, sanatlı ve kapalı bir dili tercih
etmişlerdir. Kendi estetik anlayışlarına uygun ve müzikalite
yönünden ahenkli gördükleri sözcükleri kullanmışlar, yabancı
sözcük ve tamlamalarla yüklü, seçkinci, yapay bir dil
yaratmışlardır.
ÖRNEK
Nakkâre önde, müteharrik cebel gibi
Geçmekte zî-vekâr u tarâb mevkib-i zafer;
Sancak, o reng-i âl ile fecr-i ezel gibi
Fark-ı mehâbetinde saçar mevce mevce fer.
Türk şiirinin imge yapısında büyük değişiklikler yaratmışlar,
Fransız şiirinden esinlenerek yeni bir imgelem sistemi
kurmuşlardır. Bunun için de sözlüklerden o güne kadar kullanılmamış
sözcükleri seçerek bunlardan yeni bir bileşim
yaratmışlar, alışılmadık bağdaştırmalara yönelmişlerdir.
ÖRNEK
Şehik-i tenhayi (yalnız hıçkırık)
İntizazat-ı leyl (gece titreyişleri)
zulmet-i ebkem (dilsiz karanlık)
saat-i semenfam (yasemin kokulu saatler)
havf-i siyah (siyah korku)
karha-ı hayat (hayat yarası)
Çok kırılgan duyarlılıkları vardır. Bu özellikleri de Servet-i
Fünûn şairlerinin şiirlerine yansımıştır. Üzüntü ifade eden
"ah, of, vah" gibi ünlemleri sıkça kullanırlar. Bu aşırı duyarlılık
giderek bir şiir üslûbuna dönüşür. Duygu ağırlıklı şiirler
ortaya çıkar.
ÖRNEK
Bir haftanın içinde, bak,
O gül yüz nasıl da sararmış;
Elde mi ah, acımamak.
Üç aycağız ömrü varmış…
Hicran oldu hâli bize;
Ölme sakın, Hazân Teyze!
Servet-i Fünûn şiirinin temelini "hayal-hakikat çatışması"
oluşturur. Şairler, hayali gerçeğe tercih eder, gerçeklerden
kaçıp hayallere sığınırlar. Bu da sanatçıların gerçek hayatın
dışına çıkmalarına, bir hayal dünyası içinde gerçeklerden
kopmasına yol açar. İçe kapanık, toplumdan soyutlanmış
bir şiir atmosferi ortaya çıkar.
ÖRNEK
Ey kulubun sürud-ı şeydası
Ey kebutelerin neşideleri,
O baharın işte bu ferdası;
Kapladı bir derin sûkûta yeri
karlar
Ki hamuşane dem - be - dem ağlar.
Ey uçarken düşüp ölen kelebek.

Eski şiirde anlam bir dize veya beyit içinde tamamlanırdı.
Servet-i Fünûn şairleri bu düzeni tamamen değiştirmişlerdir.
Anlamı bir dizede başlatıp bitirebildikleri gibi, dizenin
ortasında da bitirmişler; hatta anlam itibariyle 7-8 dizede
tamamlanan uzun cümleler kurmuşlardır. Anjambman
yapmışlardır.
ÖRNEK
Sen de gittin; senin de arkandan
ağladım, ağladım harab oldum…
Ne olurdu, gunude-i nisyan,
geçebilseydi bi-emel bir an,
diyebilseydim: "Oh kurtuldum!"
Servet-i Fünûncuların şiir cümlesini bir dizeden başlatıp
daha sonraki dizelere, hatta şiirin bütününe yayması (anjambman
yapması) sonucunda nazmın nesre ve konuşma
diline yaklaştırılması sağlanmıştır. Bu da şiirle düz yazı
arasında bir tür sayılan mensur şiirin doğmasına yol açmıştır.
ÖRNEK
Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin?.. Babasız
Ümitsiz, ne kadar yavrucukların şimdi
Siyâh-ı mateme benzer terâne-i ıydi
Servet-i Fünûncular şiirde ahenge çok önem vermişlerdir.
Şiirde ses ögesini öne çıkarmak, yakın seslere sahip olan
sözcükleri kullanmak, aliterasyondan yaralanmak onların
belirgin özellikleri olmuştur. Bu yolla içerik ve biçimi ses
uyumuyla kaynaştırmayı düşünmüşlerdir.
ÖRNEK
Sokaklarda seylabeler ağlaşır
Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır;
Bulutlar karardıkça zerrata bir
Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir
Yukarıdaki metinde "k", "s", "y", "r" sesleri kulakta
bir ahenk, bir ritim yaratmaktadır.
Servet-i Fünûn şiirinde tasvirler geniş yer tutar. Bu tasvirlerin
bir kısmı gözleme dayalı gerçekçi tasvirlerdir. Bir kısmı
da tabloya dayalı doğa manzarası biçimindedir. Tablo altına
şiir yazma eğilimi de bu dönem şiirlerinde görülmüştür.
Bu şiirlere "pitoresk" şiir de denir.
ÖRNEK
Papatya
Bahar olsun da seyredin
Nasıl süsler bayırları,
Zümrüt gibi çayırları
Yüze gülen o nazenin
Gelin yüzlü papatyalar
Altın gözlü papatyalar
Rüzgâr eser kâh o yana
Kâh bu yana, hep beraber,
Dalga dalga eğilirler
Ferah verirler insana
Güler yüzlü papatyalar
Altın gözlü papatyalar
Küçük şeyler ve eşya üzerine şiir yazma modası, Servet-i
Fünûn şairlerini büyük ve önemli konularda eser vermekten
uzaklaştırmıştır. Şiirler genellikle bir ad taşır. Topyekün
gazel, kaside, mesnevi gibi adlar yerine şiirlere bir ad, bir
başlık konmuştur. Şairler bu yollada Divan şiir anlayışının
etkisini yok etmeye çalışmışlardır.
ÖRNEK
Ömr -i Muhayyel
Bir ömr-i muhayyel… hani gülbünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârisi kadar hoş
Bir ömr-i muhayyel!.. hani göllerde, yeşil, boş
Göllerde, o safiyyet-i vecdâver içinde
Aruz ölçüsü, Servet-i Fünûn şiirinin temel ölçüsüdür. Özellikle
Tevfik Fikret aruzu çok ustalıkla kullanmıştır. Hece ölçüsüyle
yazılan şiirler yok denecek kadar azdır. Tevfik Fikret çocuklar
için yazdığı "Şermin" adlı kitabındaki şiirlerini hece ölçüsüyle
yazmıştır.
Divan şiirinde aruzun tek kalıbıyla yazılan "müstezat" biçimini
"serbest müstezat"a çevirmişler, aruzun hemen hemen her
kalıbını kullanarak serbest nazım örneği vermişlerdir. Ölçü,
ritm, ses, uyak ve diğer ahenk ögelerini önemsemişler, şiirin iç
yapısını oluşturan unsurları ihmal etmemişlerdir.
Servet-i Fünûn şairleri parnasizm ve sembolizm akımından
etkilenmiştir. Fransız sembolistlerinden Valery, Mallerme ve
Verlaine gibi şairlerin bunların şiirleri üzerinde büyük etkileri
olmuştur.
Batı edebiyatında yaygın olarak kullanılan sonnet, terza-rima
ve triyole gibi nazım biçimlerini kullanmışlar, özellikle gazele
benzeyen biçimiyle sonneyi yaygın olarak kullanmışlardır.

SONE


*  Servet-i Fünun döneminde Fransız edebiyatından alınmıştır. Bütün Avrupa edebiyatlarında soneye rastlanır.
*  Sone daha çok lirik konulara  elverişli olduğundan sevilmiş ve tutulmuştur.
*  On dört mısradan oluşan bir nazım biçimidir.
*  Sonenin ilk iki bendi dörder, son iki bendi üçer dizelidir.
*  Sonenin ilk iki bendi son iki üçlükte söylenecek duygu ve düşünce için bir hazırlık, bir giriş bölümüdür. Özellikle son dize duygu yönünden en güçlü dize olur ve şiirin bütün etkisini üzerinde toplar.
*  Kafiye şeması, abba - abba – ccd - ede  veya  abba -  abba  – ccd – eed  şeklindedir.

TERZA-RİMA


*  Servet-ı Fünun şairleri tarafından batıdan alınarak edebiyatımıza kazandırılmış nazım biçimidir.
*  Üçer dizeli bentlerden oluşur,
*  Son bent genellikle tek dizeden meydana gelir.
*  Bent sayısında herhangi bir sınırlama yoktur. Bent sayısı az olan terza-rimalarda son dizenin şiirin en güçlü ve etkili dizesi olmasına dikkat edilir.
*  Kafiye düzeni örüşük kafiyedir. “aba - bcb – cdc - e”
*   Terza-rima Türk şiirinde ilk olarak Tevfik Fikret tarafından denenmiş; fakat en güzel örneklerini Ali Canip Yöntem vermiştir.

TRİYOLE


*  On mısralı bir nazım biçimidir.
*  İlk iki dizelik bir parçadan sonra dörder dizelik iki bent gelir.
*  Başta yer alan iki dizenin ilki birinci dörtlüğün, ikincisi ikinci dörtlüğün son dizesinde tekrar edilir.
*  Kafiye düzeni “ab - aaaa – bbbb” şeklindedir.

SERBEST MÜSTEZAT


*  Müstezat’ın daha özgürce kullanılmış biçimdir.
*  Sembolizmin yaygın olduğu bir dönemde Fransa’da ortaya çıkan bir şiir şeklidir.
*  Servet-ı Fünun ve Fecr-ı Ati şairlerince kullanılmıştır.
*  Uzun ve kısa dizeler düzenli veya düzensiz olarak sıralanabilir. Belirli bir kafiyeleniş görülmez.
*  Serbest müstezatta nazım nesre yaklaştırılmıştır.
*  Serbest müstezat Tevfik Fikret, Ahmet Haşim ve Cenap Şehabettin tarafından çok kullanılmıştır.



MENSUR ŞİİR

Duygu ve hayâllerin ölçü ve uyak gibi biçimsel ögelere bağlı kalınmadan
şiirin ses ahengi, söyleyiş özelliklerini yansıtacak şekilde
kaleme alınmış kısa ve yoğun yazılara "mensur" denir.
Görülüyor ki mensur şiirlerde ölçü, uyak ve redif gibi biçime dayalı
ahenk ögeleri yer almaz. Ancak sözcüklerin yan yana getirildiğinde
oluşan ses ahengi kullanılır. Anlatımın şiirsel olmasına
özen gösterilir. Düz yazıda sanatlı bir yol izlenerek kaleme alınır.
Düz yazıda şiirsel, sanatlı bir söyleyiş olarak adlandırabileceğimiz
mensur şiir, ilk kez Fransız edebiyatında kullanılmıştır.
Fransız edebiyatından Türk edebiyatına alınmıştır. Mensur şiirin
beğenilmesi ve yayılmasında Charles Baudelaire ve Arthur
Rimbaud gibi ünlü şairlerin büyük etkisi vardır.
Mensur şiir Türk edebiyatına Tanzimat Dönemi'nde çeviri yoluyla
girmiş ve tanınmıştır. Ancak Servet-i Fünûn şairleri mensur şiirin
yaygınlık kazanmasını sağlamıştır. Edebiyatımızda Batılı anlamda
mensur şiirin ilk örneklerini Halit Ziya (Uşaklıgil) vermiştir.
"Mensur Şiirler" ve "Mezardan Sesler" adlı yapıtları mensur
şiir türünün ilk örnekleridir.
Servet-i Fünûn sanatçılarından Mehmet Rauf da mensur şiir alanında
başarılı örnekler vermiştir. Bu türde olan şiirlerini "Siyah
İnciler" adlı kitabında toplamıştır.
Bu dönemin şairlerinden Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Celâl Sahir,
Faik Ali ve Hüseyin Cahit Yalçın da mensur şiir türünde örnekler vermişlerdir.

SERVET-İ FÜNUNCULARIN ETKİSİ ALTINDA KALDIKLARI EDEBİ AKIMLAR

PARNASİZM (Şiirde Gerçekçilik)
Fransa'da, realist yöntemi benimseyen şiir akımına verilen
addır. 1850'den sonra, pozitivizmin etkisiyle gelişen realizm
akımı, şiire de yansımış; aşırı duygusal, kişisel ve içe dönük
romantik şiire tepki olarak bir şiir anlayışı ortaya çıkmıştır.
Dışa dönük, dış dünyayı nesnel bir bakış açısıyla gözleyip
anlatan, biçim kusursuzluğuna ve düşünceye dayanan bir
şiir hareketi olmuştur.
Özellikleri
• Şiiri "sanat için sanat" anlayışıyla yazmışlar, seçkin/aydın
kesime hitap etmişlerdir.
• Şiirde biçim kusursuzluğuna, güzelliğe önem vermişler,
toplumsal sorunları yansıtmaktan uzak durmuşlardır.
• Şair şiirde kendini gizlemiş, kişisel duygu ve düşünceleri
yerine dış dünyadaki gözlemlerini, değişik doğa görünümlerini
nesnel bir tutumla anlatmıştır.
• Şiirde duygudan çok düşünceye ağırlık vermişler, felsefî düşünceleri,
hatta bilim ve fenle ilgili konuları ele almışlardır.
• Uzak ve yabancı ülkelerin (Hint, Mısır, Filistin vb.) manzaralarını,
efsanelerini anlatarak şiire egzotik bir hava getirmişlerdir.
• Eski Yunan ve Latin kültürlerine, onların mitolojisine büyük
değer vermişlerdir.
• Şimdiki zaman yerine geçmiş zaman olaylarını ve kişilerini
anlatmışlardır.
• Nazım biçimi, ölçü, uyak üzerinde önemle durmuşlar, dilin
kurallarına uygun, kusursuz kullanılmasına dikkat etmişlerdir.
Temsilcileri: Jose Maria de Heredia, François Copper,
Locente de Lisle, Sully Purudhomme
*Türk edebiyatında Tevfik Fikret ve Yahya Kemal Beyatlı
üzerinde parnas şiirin etkileri olmuştur.

SEMBOLİZM(Simgecilik)
Sembolizm, realist yöntemi benimseyen parnasizme tepki
olarak ortaya çıkan bir şiir akımıdır. 1885-1900 yılları arasında
Fransa'da ortaya çıkmış, oradan Avrupa'ya yayılmıştır.
Sanatçılar, içinde yaşadıkları ve beğenmedikleri toplumsal
ortamdan uzaklaşmak istemiş, gözlem ve deneye ağırlık
veren realist ve natüralist akımlar yerine "idealist felsefe"ye
dayanan yeni bir sanat anlayışı yaratmışlardır.
• Şiirde gerçekçilik (realite) yerine, gerçeğin insanda bıraktığı
etkiler, izlenimler anlatılmıştır.
• İnsanın duygularından meydana gelen iç gerçek ile dış
dünyadaki gizli ilişkiler ele alınmış, insanla doğanın kaynaşması
şiirin temel konularını oluşturmuştur.
• Bu kaynaşmanın sonucu olarak, duygulardan herhangi birine
bağlı bulunan bir özellik başka bir duyuya bağlanmış;
böylece "acı yeşil", "mor uğultu", "beyaz titreyiş", "siyah
korku" gibi yeni birtakım söyleyiş biçimleri şiirlerde sıkça
kullanılmıştır.
Dış dünyanın insan duyguları üzerindeki etkisi, insanla
doğa arasındaki gizli ilişkiler açıkça anlatılamaz; okuyucunun
duygularına seslenilerek sezdirilir, bu da telkin
yoluyla olur. Bunu sağlamak için de içten gelen ritmlerle
bütün duyulara seslenen, müzikaliteye önem veren bir şiir
dili yaratılmıştır.
• Şiirde duygunun her şeyden önce geldiğine inanılmış, şiirin
"anlaşılmak" üzere yazılamayacağı, asıl olanın "duyumsatmak"
olduğu savunulmuştur.
• Şiirde anlam kapalılığı yaratılmak istenmiş, bu nedenle de
sembollerden (simgelerden) yararlanılmıştır.
• Anlamda kapalılık isteği, sembolist şairleri yarı karanlık temalara
yöneltmiş; "güneş batması", "kısık lambalar", "ay
ışıkları", "durgun sular", "perdelere vuran gölgeler", "sessizlik",
"ölüm düşüncesi", "bilinmedik uzak ülkeler özlemi" gibi
felsefi, içe kapanık, karamsar, bireyci bir şiir yaratılmıştır.
• Şiirde klasik nazım biçimleri yerine müstezat, serbest
müstezat kullanılmaya başlanmış, uyakla ilgili kurallar yumuşatılmıştır.
• Şiirde sese, ahenge ve müziğe önem verilmiştir.
Temsilcileri
• Charles Baudelaire • Paul Verlaine
• Arthur Rimbaud • Stephane Mallarme
BILGI:
Türk Edebiyatı
• Cenap Şahabettin • Ahmet Haşim
• Ahmet Hamdi Tanpınar • Cahit Sıtkı Tarancı
• Ahmet Muhip Dranas



OLAY ÇEVRESİNDE OLUŞAN EDEBÎ METİNLER
(ANLATMAYA BAĞLI EDEBÎ METİNLER)
A. Hikâye
Öykü ya da eski adıyla hikâye için değişik tanımlar yapılmıştır.
Bu tanımlardan bazıları şunlardır:
Hikâye, olmuş ya da olabilecek olayları anlatan kısa edebiyat
eseridir.
Hikâye, insan yaşamında değişik kesitler sunan, bunu yere ve
zamana bağlayarak anlatan kısa yazı türüdür.
Hikâye, olayları ve kişileri tek yönüyle ele alıp anlatan, romandan
daha kısa yazıdır.
Hikâyenin ne olduğunu anlamak için, önce yapısını oluşturan
ögeleri tanımak gerekmektedir. Her hikâyenin yapısını oluşturan
dört öge vardır: Kişiler, olaylar ve durum, yer, zaman. Her
hikâye bir olay ya da duruma dayanır. Bunlar çatışan güçler;
insanla insan, insanla hayvan, insanla doğa kuvvetleri, insanla
toplum olabilir. Durum ise bir şeyin içinde bulunduğu koşulların
tümüdür.
Hikâyenin temel ögelerden biri de insandır. Hikâyede ele alınan
kişiler, genellikle hayatlarının belli ve kısa bir anı içinde
izlenir. Kişilerinin yalnız bir yanı üzerinde durulur, ayrıntılara
inilmez.
Her hikâyenin bir iletisi vardır. İleti, bir olay ya da insanlık durumuna
dönüştürülerek verilir.
Hikâyelerde genel olarak iki anlatım yöntemi kullanılır: İlkinde
olaylar birinci kişi ağzıyla anlatılır. Birinci kişi, başından geçen
olayları, gözlem ve izlenimlerini, duygularını ya da içinde
bulunduğu bir durumu bize anlatır. Bu anlatıcı, her zaman
hikâyenin baş kahramanı olmayabilir, yardımcı kişilerden biri
de hikâyeyi anlatabilir. İkincisinde ise olaylar üçüncü kişi ağzından
anlatılır. Bu yöntemde hikâyeyi anlatan ortalıkta görünmez.
Hikâyeyle okuyucu arasına bir anlatıcı girmiştir.
BILGI:
Hikâye Türünün Gelişmesi: İtalyan yazarı Boccacio'nun
"Decomeron" adı hikâyeleri, bu türün ilk örnekleri olarak
kabul edilir. Hikâye, Avrupa edebiyatlarında en kalıcı örneklerini
19. yüzyılda yermiştir.
Türk edebiyatında "Dede Korkut Hikâyeleri", destandan
hikâyeye geçişin ilk ürünü kabul edilir. Edebiyatımızda
çağdaş hikâye 1870'lerde görülmeye başlar. İlk
hikâye örneğimiz de Emin Nihat'ın 1873'te yayımlanan
"Müsameretname"sidir. Yine Ahmet Mithat'ın yazdığı
"Leatif-i Rivayet"de ilk hikâye örneklerinden birisi olarak
kabul edilmektedir. Bu hikâyelerde topluluk önünde anlatılan
meddah hikâyesinin etkisi ve tekniği görülür. Bu türün
ilk sağlam ve güzel örneklerini Samipaşazade Sezai'nin
"Küçük Şeyler" adlı eserinde buluruz.
Servet-i Fünûn Dönemi'nin önemli çalışmalarından biri
hikâye türündedir. Bu dönemde verilen örnekler çağdaş
küçük hikâye türünün ülkemizdeki ilk örneklerindendir.
Milli Edebiyat Dönemi'nde Ömer Seyfettin gibi güçlü ve
büyük bir yazar, hikâye türünün gelişip yaygınlaşmasını
sağlamıştır. Cumhuriyet Dönemi'nde ise Sait Faik gibi büyük

hikâye yazarı yetişmiştir.

Dünya edebiyatında kullanılan hikâye türleri:
a) Olay Hikâyesi: Klasik öykü de denen bu türde, ağır basan
öge olaydır. Olayın akışıyla olayın zaman ögesi arasında
düzenli bir bağlantı vardır. Öykü, serim - düğüm - çözüm
bağlamı içinde oluşur. Bir olayı anlatarak okuyucunun ilgisini
canlı tutma, gerilim içinde yaşatarak sorunu çözme ve
aydınlatmaya yönelik bir özelliği vardır. Bu hikâye türünde
genel olarak olağanüstü bir olay ve olağanüstü kişiler
yer alır; öyle ki olay, olağanüstü bir kişiliği vurgulamak için
araç görevini görür. Ancak olayı kullanış amacı yazardan
yazara değişir. Kimi yazarlar olayı korku ve gerilim yaratma
ögesi olarak kullanır, kimileriyse bir gerçeği aydınlatmak
ya da bir kişiliği yansıtmak amacıyla kullanır.
Bu öykü türünün yaratıcısı Fransız yazarı Mauppassant'tır.
Bizim edebiyatımızda olay öyküsü örnekleri vermiş olan
başlıca yazarlar: Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Yakup
Kadri, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Samim Kocagöz, Fakir
Baykurt ve Necati Cumalı'dır.
b) Durum (Kesit) Hikâyesi: Bir olaya yaslanmayan, bunun
yerine yaşamdan bir kesit sunan ya da belli bir insanlık
durumunu belli bir ortam içine veren hikâye biçimidir.
Olaysız ve gerilimsiz bir hikâye türüdür. Olayın, gerilimin
yerini belirli bir ortamdan kaynaklanan izlenimler ve çağrışımlar
alır. Herhangi bir durumdan yola çıkılır ya da günlük
yaşamın içine rastgele bir yerinden girilir. Bu hikâye
türünde belli bir serim - düğüm - çözüm aşamaları, bunları
hazırlayan uzun betimlemeler ve ipuçları bulunmaz.
Bu hikâye geleneğinin kurucusu Anton Çehov'dur. Türk
edebiyatında ise Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik
Abasıyanık durum öyküsünün ustaları kabul edilir.
Servet-i Fünûn Dönemi'nde Hikâye
Tanzimat Dönemi'nde Emin Nihat'ın yazdığı "Müsameretnâme"
ile başlayan modern Türk hikâyeciliği, Ahmet Mithat Efendi'nin
"Letaif-i Rivayet", Samipaşazade Sezai'nin "Küçük Şeyler",
Nabizâde Nazım'ın "Karabibik" adlı uzun öyküsüyle sürer.
(Karabibik, ilk köy romanı örneği olarak da kabul edilir.)
Tanzimat Dönemi hikâyeciliğinde hem romantizm hem de
realizm akımlarının etkisi vardır. Bunların hikâyeleri geleneksel
halk hikâyelerimizden ve Doğu masallarından bazı izler taşır.
Hikâye tekniğine uygun, modern anlamdaki hikâyenin en
güzel örneğini Samipaşazâde Sezai, "Küçük Şeyler"le verir.
Servet-i Fünûn edebiyatında hikâye alanında Halit Ziya Uşaklıgil,
Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu
ve Saffeti Ziya gibi sanatçılar örnekler vermişler. Bunların
hikâyeleri gerek kurgu, gerekse olay örgüsü yönünden
daha başarılı olmuştur. Hikâye alanındaki tek kusurları dili
ağır kullanmalarıdır.
Daha çok olay öyküsü (Mauppassant tarzı öykücülük) biçiminde
yazılan bu örneklerde serim - düğüm - çözüm bölümlerinden
oluşan klasik olay örgüsü kullanılır.
Servet-i Fünûn Dönemi hikâyelerinde aşk, ölüm, intihar, kıskançlık,
yalnızlık, karşılıksız aşk, ihanet, toplumdan kaçış,
hayal-gerçek çatışması gibi konular, karamsar bir çerçevede
ele alınır. Dönemin şiirine hakim olan umutsuz, karamsar
ve melankolik hava, hikâyelerde de görülür. Ancak Hüseyin
Cahit'in "Hayat-ı Hakikiye Sahneleri" ile Halit Ziya'nın bazı realist
hikâyelerini bunun dışında tutmak gerekir. Bunlar sosyal
konulu hikâyelerdir.
Servet-i Fünûn hikâyelerinde genellikle modern ve Batılı bir
yaşam biçimi anlatılır. Hikâyelerde İstanbul ve İzmir gibi büyük
kentler mekân olarak seçilir. Hikâyelerin büyük bölümünde
mekân kapalıdır, bu nedenle de psikolojik tahlillere ve tasvirlere
geniş yer verilir. Kapalı, dar bir sosyal çevrede bunalan
kişinin dünyası ve psikolojisi ayrıntılarıyla anlatılır. Dil, kentli
ve okumuş kesimin dilidir, anlatımda sanatkârane bir tarz dikkati

çeker.


Tanzimat ve Servet-i Fünûn Edebiyatı Hikâye - Roman Karşılaştırması

"Sanat toplum içindir" anlayışıyla hareket etmişler, roman ve
hikâyede genel olarak toplumsal yararı gözetmişler, yanlış
Batılılaşma, batıl inançlar, kölelik, cariyelik, evlilik gibi sosyal
temaları ele almışlardır.
"Sanat, sanat içindir" anlayışına bağlı oldukları için roman ve
hikâyede toplumsal konuları ele almamışlar, yalnızlık, kaçış,
bunalım, aşk gibi bireysel temalara yönelmişlerdir.
Tanzimatçılar dilin sadeleştirilmesi gerektiğini düşündükleri
için süslü ve sanatlı bir anlatımdan kaçınmışlar, kısa ve anlaşılır
cümlelerle konuşma diline yaklaşmaya çalışmışlardır.
Servet-i Fünûncular roman ve hikâyede oldukça ağır ve sanatlı
bir dil kullanmış, bu durum da roman ve hikâyelerinin
en büyük kusuru olmuştur. Dil Arapça-Farsça sözcükler ve dil
kurallarıyla yüklüdür. Ancak dönemin yazarlarının bir kısmı bu
yanlışı görüp zaman içinde bu dil anlayışını bırakmıştır.
Tanzimat Dönemi yazarları Batı'nın roman ve hikâye türüyle
karşılaşan ilk kuşaktır. Bu nedenle yarattıkları yerli eserler,
birçok eksik ve kusuru barındırır, roman ve hikâye tekniği yönünden
zayıftır. Ayrıca Doğu hikâye tekniğinden de tam anlamıyla
kopamamışlardır.
Servet-i Fünûncular Batılı roman ve hikâyeyi köklü bir biçimde
tanımış ve sindirmişlerdir. Batı edebiyatı yolunda en olgun roman
ve hikâyeler bu dönemde yazılmıştır. Roman ve hikâye
teknik yönden kusursuz hâle getirilmiştir.
Roman ve hikâyede mekan, genel olarak İstanbul'dur. Kişilerse
aydın çevrelerden seçilmiştir.
Servet-i Fünûn Dönemi'nde seyahat yasağının olması nedeniyle
hikâye ve romanlarda mekan İstanbul olmuştur. Kişiler
yine aydın ve zengin zümrelerden seçilmiştir.
Tanzimat Dönemi yazarları roman ve hikâyede genel olarak
romantizm akımından etkilenmiştir. Namık Kemal, Ahmet
Mithat Efendi, Şemsettin Sami gibi yazarların hikâye
ve romanlarında romantik akım bütün özellikleriyle kendini
hissettirmiştir. Ancak Recaizade Mahmut Ekrem ve Nabizade
Nazım gibi sanatçılar realist bir anlayışla eser vermiştir.
Servet-i Fünûn hikâye ve romanları genel olarak realist bir
anlayışla kaleme alınmıştır. Anlatılan olay, yaratılan tip ve karakterlerin
günlük yaşamda rastlanabilir olmasına dikkat edilmiş,
yazar mümkün olduğunca olaylar ve kişiler karşısında
yansız bir tutum sergilemiştir. Olay akışına müdahale edilmemiş;
yazar, karakterlerini iyi ve kötü yanlarıyla bir bütün olarak
tanıtmıştır. Ancak özellikle tip ve karakterlerin seçiminde romantik

bir yaklaşımda bulunduklarını da söyleyebiliriz.


Roman
Roman, en genel anlamıyla, insanların serüvenlerini, iç dünyalarını,
toplumsal bir olayı ya da durumu ayrıntılarıyla anlatan,
anlatım yolu olarak düz yazının kullanıldığı bir edebiyat türüdür.
Başka bir biçimde tanımlarsak roman, olmuş ya da olabilecek
olayları anlatan uzun soluklu edebiyat eseridir.
Klasik tanıma göre tür olarak romanın başlıca özellikleri şunlardır:
Uzundur.
Kişi sayısı çoktur.
Kişilerin, özellikle de baş kişinin yaşayışı ayrıntılı anlatılır.
Genellikle geniş bir zaman dilimini kapsar.
Olmuş ya da olabilecek olayları anlatır.
Romanın üç ana ögesi; olay örgüsü, karakter ve çevredir.
Romanda kişiler, genel olarak geniş bir zaman çerçevesinde,
hayatlarının akışı içinde işlenir.
Kişilerin, özellikle başkişinin karakterinin her yönü üzerinde
durulur, her şey ayrıntılarıyla anlatılır.
Kişilerin fizyolojik, psikolojik ve sosyal özellikleri ayrıntılı olarak
verilir.
Olaylar genellikle üçüncü kişi ağzıyla, kimi zaman da birinci
kişi ağzıyla anlatılır.
BILGI:
Roman Türünün Gelişimi: Roman, diğer edebiyat türleriyle
karşılaştırıldığında, oldukça yeni bir türdür. Roman türünün
ilk başarılı örneği sayılan ve Cervantes'in kaleme aldığı "Don
Kişot" 17. yüzyılın ürünüdür. Roman türü özellikle 18. ve 19.
yüzyıllarda gelişmiştir. Bu yüzyıllarda İngiltere, Fransa ve
Rusya romanın en geliştiği ülkeler olmuştur. Roman türünün
Batı ülkelerinde tanınan bazı yazarlarını sıralarsak İspanyol
edebiyatında Cervantes; Fransız edebiyatında Stendhal,
Balzac, Flaubert, Hugo, Zola; İngiliz edebiyatında Dickens,
Joyce, Wolff; Alman edebiyatında Goethe, Mann, Döblin;
Rus edebiyatında Gogol, Dostoyevski, Tolstoy akla gelen ilk

isimler olur.

Türk Edebiyatında Roman: Türk edebiyatında çağdaş
anlamda roman Tanzimat'tan sonra görülür. Tanzimat'tan
önce roman ve hikâye gereksinimini karşılayan halk
hikâyeleri, mesneviler, meddah hikâyeleri gibi nazım ve
nesir halinde eserler vardı.
Tür olarak roman edebiyatımıza Batı edebiyatından yapılan
çevirilerle girmiştir. Bu yoldaki ilk örnek Fransız yazarı
Fenelon'dan çevrilen "Telemak"tır. Bunu "Robenson Cruzoe",
"Monte Kristo", "Sefiller" gibi eserler izler. Edebiyatımızda
ilk yerli roman, Şemsettin Sami'nin "Taaşşuk-ı Talat
ve Fitnat" adlı eseridir. Namık Kemal'in "İntibah"ı ilk edebi
romanımızken aynı yazarın "Cezmi"si tarihi ilk romanımızdır.
Ardından Ahmet Mithat'ın "Hasan Mellah", "Felatun Beyle
Rakım Efendi" adlı eserleri gelir. Roman türü edebiyatımızda
en olgun ve en başarılı örneğini Servet-i Fünûn döneminde
verir. Halit Ziya Uşaklıgil'in "Mai ve Siyah", "Aşk-ı Memnu"
romanları her bakımından başarılı kabul edilen ilk büyük
örneklerdir.
Servet-i Fünûn Dönemi Romanı
Roman, Tanzimat Dönemi'nde çeviri ve yerli örneklerle
kendisini kabul ettirmiş bir türdür. Namık Kemal'le başlayan,
Recaizâde Mahmut Ekrem'le devam eden romanda
"sanatkârane bir üslup yaratma" eğilimi, Servet-i Fünûn
Dönemi'nde farklı bir çizgide gelişmeye devam etmiştir.
Dönemin yönetim şekli ve baskısı, sanatçıların toplumsal ya
da siyasal konuları ele almalarına izin vermemiş; aydın zümre
ve onların yaşamlarını anlatan romanlar yazılmıştır.
Servet-i Fünûn yazarları romanlarında ağır ve ağdalı bir dil
kullanarak kendilerinden önce ve sonra gelen romancılardan
ayrılmışlardır.
Edebiyatımızda "Sergüzeşt", "Araba Sevdası" ve "Zehra" ile
başlayan "gerçekçi roman" anlayışı bu dönemde de sürdürülür;
ancak romantizmin etkisi de tam anlamıyla kaybolmaz.
Romanda realizm, natüralizm ve romantizm akımlarının özellikleri
görülür. Örneğin "Mai ve Siyah" realist bir anlayışla yazılmışsa
da romanın kahramanı Ahmet Cemil romantiktir.
Hayal-gerçek çatışması, şiir ve hikâyede olduğu gibi romanının
da ana temasını oluşturmuştur. Kötümserlik, melankoli,
kaçış, yalnızlık, bunalım dönemin romanlarının ortak temalarıdır.
Görüldüğü gibi romanlarda da bireysel temalar ağırlık
kazanmıştır.
Servet-i Fünûn romancıları toplumsal çevreyi aile ile sınırlandırmış,
bütün olayları bu aile ortamı içinde yaratmışlardır. Doğal
olarak da roman kurgusunda çatışmayı sağlayacak olan
üçüncü kişi, yakın aile çevresinden biri olması zorunluluğu yaratmıştır.
(Aşk-ı Memnu'da Behlül, Eylül'de Necip karakterleri
bu seçimin sonucudur.)
Romanlarda genetik mirasın roman kahramanları üzerinde
yönlendirici bir etkisi vardır. Örneğin Nedime, annesi gibi veremden
ölür (Nedime). Bihter, önceden eleştirdiği annesi Firdevs
Hanım'ın yazgısına ortak olur. (Aşk-ı Memnu). Hacer,
zayıf bünyeli, kırılgan/küskün mizacıyla annesine benzer (Ferdi
ve Şürekası).
Romanlarda yer alan kişiler genellikle aydın çevrelerin insanlarıdır.
İyi eğitim almış, Batı kültürüyle yetişmiş, zengin ve elit
insanlar, onlarla aynı durumda olan çevreleri anlatılır. Sıradan
insanlar, romanlarda hep geri planda verilir.
Servet-i Fünûn romanlarında mekân, genellikle kapalı, dar
mekânlardır, bir labirent gibidir. Bu durum roman kahramanlarında
da hep bir köşeye sıkıştırılmışlık, kıstırılmışlık duygusu
yaratır. Örneğin, "Ferdi ve Şürekası"nda genç İsmail Tayfur
günlerini raflarla, iri kalın defterlerle dolu bir ofis odasında, tekdüze
hayattan bıkıp usanmış olarak geçirir. "Aşk-ı Memnu"da
Bihter yatak odasını "mezar" diye niteler. "Eylül"de Suat ve
Süreya yaşadıkları konağa "şu çöplük"der. Bu roman karakterlerinin
mekândan nasıl etkilendiklerini gösterir.
Servet-i Fünûn Dönemi'nde roman gerek kurgusu, gerek olay
akışı, gerekse tip ve karakter tahlilleri yönünden güçlenir. Bu
nedenle Türk edebiyatında gerçek romanın Servet-i Fünûn
Dönemi'nde başladığı söylenebilir. Romandaki tek kusur ağır
ve ağdalı bir üslup kullanılmasıyla ilgilidir. Dönemin en büyük
romancısı Halit Ziya da bu kusuru görmüş, romanlarını sadeleştirerek

yeniden kaleme alma gibi bir çalışma yapmıştır.