Monday, September 16, 2019

KAŞAĞI - ÖMER SEYFETTİN

Kaşağı
(Ömer Seyfettin)
AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz,
– Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,
– Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
– Kuyruğunu sallıyor mu?
– Sallıyor.
– Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
– Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
– Yapamazsın.
– Niçin?
– Daha küçüksün de ondan…
– Yapacağım.
– Büyü de öyle.
– Ne zaman?
– Boyun at kadar olduğunda….
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
– Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:
– Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
– Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
– Hasan dedim.
– Hasan mı?
– Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
– Niye Dadaruh’a haber vermedin?
– Uyuyordu.
– Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:
– Eğer yalan söylersen seni döverim!
– Söylemem.
– Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
– Ben kırmadım, dedi.
– Yalan söyleme, diyorum.
– Ben kırmadım.
– Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi.
– Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
– Niye ağlıyorsun? diye sordum.
– Kardeşin hasta.
– İyi olacak.
– İyi olmayacak.
– Ya ne olacak?
– Kardeşin ölecek! dedi.
– Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu.
Pervin’i uyandırdım.
– Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim.
– Niçin?
– Babama bir şey söyleyeceğim.
– Ne söyleyeceksin?
– Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
– Hangi kaşağıyı?
– Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a darıldığı…
Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.
– Yarın söylersin, dedi.
– Hayır,. şimdi gideceğim.
– Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
– Pekala!
– Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.

GERDANLIK - GUY DE MAUPASSANT

ELMAS GERDANLIK -Guy de Maupassant

(The DIAMOND NECKLACE)

Kaderin cilvesiyle memur ailelerinden birinde dünyaya gelmiş, güzel, hoş kızlardandı. Ne çeyizi, ne umutları, ne de sevilmek, anlaşılmak, fark edilmek, zengin ve seçkin bir koca bulmak gibi ümitleri vardı ve bayındırlık bakanlığındaki bir memurla evleniyordu.

Çok şık giyinemeyeceğinden sade bir şekilde giyindi. Fakat sanki yanlış istasyonda inmiş gibi mutsuzdu. Çünkü kadınların arasında ne kast sınıfı, ne rütbe vardı, asalet, aile yerine güzellik, zerafet, çekicilik konuşuluyordu. Doğal güzellik, neyin şık olduğunu içgüdüyle bilmek, esnek bir zeka hiyerarşiydi ve sıradan kadınları en zarif hanımefendilerle eşdeğer yapıyordu.

Kız, mütemadiyen kendini lüks ve güzel bir yaşam için doğmuş addediyordu. Evinin fakirliğinden, duvarların perişan görünümünden, eskimiş koltuklardan, çirkin perdelerden yakınıyordu. Onun güzelliğindeki başka bir kızın asla bilmediği tüm bu şeyler ona işkence ediyor, öfkelendiriyordu. Basit  ev işlerini yapan İngiliz köylü, umutsuz pişmanlığını uyandırdı ve hayallerini dağıttı. Bronz uzun kollu şamdanların aydınlattığı oryantal duvar halılarıyla kaplı sessiz koridorlar, sıcak sobanın ateşiyle kocaman koltuklarda uyuklayan iki uşak hayal etti. Paha biçilmez ipek halılar, mobilyalarla döşeli büyük salonlar ve beş çaylarında samimi dostlarla ve tüm kadınların kıskandığı ünlü erkeklerle sohbet edilecek koketsi, parfüm kokulu odaları düşündü. 

Üç gündür değiştirilmemiş bir masa örtüsünün örtülü olduğu yuvarlak masaya, kocasının tam karşısına oturduğunda, eşi çorba tenceresinin kapağını açıp, “ oh, bundan daha güzel bir şey bilmiyorum” dedi. Kız, gümüş takımlarla, zarif akşam yemeklerini, esrarlı ormanlarda renkli kuşların uçtuğu antika duvar halıları, harika tabaklarda sunulan lezzetli yemeklerle, bıldırcın kanadı veya alabalığın pembe etini yerken, fısıltıyla söylenen iltifatları bir sfenks gibi gülümseyerek dinlediğini hayal etti.

Ne elbisesi, ne bir mücevheri vardı ve bunlar için yaratıldığını düşünmeyi seviyordu, kıskanılmak, beğenilmek, aranmak istiyordu.

Manastırda zengin  bir eski okul arkadaşı vardı ama onu gidip görmeyi istemiyordu çünkü döndüğünde çok üzülüyordu.

Fakat bir akşam, kocası eve zafer kazanmış gibi bir havayla ve elinde büyük bir zarfla geldi. 

“Burada senin için bir şey var”

Zarfı yırttı, içindeki davetiyedi şunlar yazılıydı:

“Bayındırlık bakanlığı ve Madam ve Mösyö….18 Ocak Pazartesi akşamı bakanlık sarayındaki baloya şeref vermenizi rica eder…”

Kocasının umduğu gibi sevinmek yerine, davetiyeyi masaya koyarak mırıldandı:

“ Ne yapmamı bekliyorsun?”

“Fakat hayatım, sevineceğini sanmıştım, hiç dışarı çıkmıyorsun ve bu iyi bir fırsat, bunu alana kadar korkunç sıkıntı çektim, herkes gitmek istiyordu, tüm memurlara vermiyorlar, seçiyorlar, tüm resmi kişiler orada olacak”

Kadın ona kızgın bir bakışla baktı ve

“ Sırtıma ne giymemi istiyorsun?”

Bu konuda hiç fikri yoktu, kekeledi.

“ Neden, tiyatroya giderken giydiğin elbise bence çok güzel…”

Karısının ağladığını görünce durdu, dikkati dağıldı, Kadının göz pınarlarından, dudaklarının kenarına iki koca damla yaş akıyordu. Adam kekeledi.

“Mesele ne? Mesele ne?”

Fakat müthiş bir çabayla kadın kendini tuttu ve ıslak yanaklarını silerken, sakin bir sesle

“ Hiçbir şey, sadece giyecek bir elbisem yok, bu baloya gidemem, davetiyeyi karısının benden daha güzel giysileri olan bir arkadaşına ver”

Adam çok mutsuz görünüyordu, Cevap verdi:

“ Tamam, Mathilde, bakalım…başka yerlerde de giyebileceğin, basit bir elbise kaça çıkar?”

Kadın, birkaç saniye kafasında hesap yapmaya başladı, aynı zamanda kocasının pahalı bulup, korkup, reddemeyeceği bir miktar bulmayı düşünüyordu.

Sonunda tereddüt ederek cevapladı

“Tam olarak bilmiyorum ama dörtyüz franka halledebilirim sanırım”

Adam biraz sarardı çünkü gelecek yaz Nanteree ovasında arkadaşlarıyla ava gitmek için bir tüfek için aynı miktarı düşünüyordu.

Fakat “ tamam sana 400 frank vereceğim, güzel bir elbise diktirmeye çalış”

Balo günü yaklaştı, elbisesi da hazırdı ama madame Loisel üzgün, endişeli görünüyordu, bir akşam kocası sordu:

“mesele nedir? Son üç gündür çok üzgün görünüyorsun”

Ve kadın yanıtladı

“ Tek parça bile mücevherim yok, takacak tek süsüm yok, yoksul biri gibi duracağım, baloya gitmesem daha iyi”

Kocası “ bu sene çok moda, çiçer takabilirsin, on franka iki, üç muhteşem gül alabilirsin”

Kadın ikna olmamıştı.

“Olmaz, diğer zengin kadınların yanında fakir gözükmek kadar küçük düşürücü bir şey olamaz.”

Kocası bağırdı “Ne aptalsın! Arkadaşın Madam Forestier’e gidip, birkaç mücevherini ödünç vermesini istesene. Bunu isteyecek kadar samimiyetin var.”

Kadın sevinçle çığlık attı.

“Doğru, hiç aklıma gelmemişti!”

Ertesi gün dostuna gitti ve biraz sıkılarak ricasını söyledi.

Madam Forestier, aynalı gardrobunu açtı, büyük bir mücevher kutusu alıp, getirdi. Kapağını açtı ve

“ Seç hayatım” dedi.

Kadın önce birkaç bileziğe baktı, sonra inci bir kolyeye, sonra usta bir kuyumcunun elinden çıkmış, değerli taşlarla süslü bir haç takımına, takıları aynanın önünde denedi. Karar veremiyordu.

“Başka bir şeyin yok mu?”

“ Var, biraz daha bak…senin neyi seveceğini bilmiyorum”

Birden siyah, saten bir kutunun içinde, süper bir elmas gerdanlık buldu. Kalp şeklindeydi. Eline aldığında elleri titriyordu. Boynuna taktı ve aynadaki aksinden çok mutlu oldu.

Biraz endişeyle, tereddüt ederek sordu

“  Bunu verebilir misin? Sadece bunu?”

 “ Tabii ki, niye olmasın”

Kadın kollarını arkadaşının boynuna doladı, onu candan bir şekilde öptü ve hazinesiyle eve gitti.

Balo gecesi geldi çattı. Madame Louisel büyük sükse yaptı. Şıklığı, zerafeti, gülümseyişi ve neşesiyle oradaki hanımların hepsinden daha hoştu. Tüm erkekler ona bakıyor, ismini soruyor ve tanışmak istiyorlardı, bakanlıktaki herkes onunla dansetmek istedi, bakanın kendisi bile onunla dans etti.

Güzelliğinin yarattığı zaferi, bu başarısını unutup, zevkten sarhoş olmuş bir halde, neşeyle dans etti, ona karşı duyulan bu hayranlık, hürmet, duyguların uyanışı, duyduğu zafer hissi hepsi bir kadının yüreği için çok tatlıydı, bir mutluluk denizindeydi adeta.

Sabaha karşı dörtte balodan ayrıldı. Kocası ise eşleri balonun keyfini çıkartan üç adamla birlikte kuytu bir salonda uyukluyordu.

Kocası kadının omuzlarına şalını attı, alelade, balodaki giyisiyle tam bir tezat olan bir şaldı, kadın bunu fark edip vücutlarını pahalı kürklere saran diğer kadınlar görmeden hemen oradan kaçmak istedi.

Kocası “bekle biraz, üşüteceksin, fayton çağırayım” diye onu durdurdu.

Fakat kadın dinlemedi ve hızla merdivenlerden aşağı indi, caddeye geldiklerinde fayton bulamadılar ve uzaktan geçen faytonlara seslenmeye çalıştılar.

Ümitsizce, soğuktan titreyerek Sen nehrine doğru yürüdüler, sonunda modası geçmiş, eskipüskü bir fayton buldular, fayton o kadar köhneydi ki gündüz görülmekten utanır gibi karanlık basmadan Paris’i dolaşmıyordu.

Fayton onları Rue de Martrys’teki evlerine götürdü, üzgün üzgün dairelerine çıktılar, kadın için her şey bitmişti, adama gelince ertesi sabah on’da bakanlıkta olması gerektiğini düşünüyordu.

Kadın bir kez daha güzelliğine bakmak için şalını atıp aynanın önüne geçti. Fakat aniden bir çığlık attı, gerdanlık boynunda yoktu!

Kocası yarı çıplak “ne oldu?” diye sordu.

Kadın kederle adama döndü.

“ Madam Forestier’in gerdanlığını kaybettim!”

Adam şaşkın ayağa kalktı.

“ Ne Olamaz!”
Pelerininin ceplerine, yerlere, her yere baktılar ama gerdanlık yoktu.

Balodan çıktığında boynunda olduğuna emin misin?

Evet, bakanlık sarayının antresindeyken boynumdaydı,

Ama yolda düşse sesini duyardık, faytonda olmalı.

Herhalde, plakasını aldın mı?

Hayır ya sen?

Hayır

Dehşet içinde birbirlerine baktılar sonunda adam elbiselerini giydi.

Tüm yolu yürüyerek bakacağım, belki bulurum

Kocası çıktı, kadının yatağına gidecek, şömineyi yakacak, düşünecek hali bile yoktu ve üzerinde balo kıyafetiyle bir koltuğa oturdu.

Saat yedi gibi kocası geri geldi, hiçbir şey bulamamıştı.

Karakola gitti, ödül vadeden ilan vermek için gazeteye gitti ve hiç umudu olmamasına karşın faytonculara gitti.

Kadın bu korkunç felaketten önceki korkmuş, çılgın ruh haliyle bekliyordu.

Loisel geceleyin bomboş, soluk bir benizle geldi, hiçbir şey bulamamıştı.

Arkadaşına kolyenin kopçasının koptuğunu, tamire verdiğini yazarsın, böylece bulana kadar biraz zaman kazanırız.

Kadın adamın söylediği gibi yazı gönderdi.

Haftanın sonunda tüm ümitleri bitmişti. Sanki beş yaş ihtiyarlaşmış olan Loisel şöyle dedi.

Mücevheri nasıl telafi edeceğimizi düşünmeliyiz.

Ertesi gün gerdanlığın kutusunu alıp, üzerindeki mücevhercinin dükkanına gittiler. Adam kayıtlarına baktı.

“ Hayır madam, bunu satan ben değilim, sadece kutusunu biz yapıyoruz”

O dükkan senin, bu dükkan benim gittiler, ikisi de üzüntüden bitkindi, kaybolana benzeyen gerdanlığın aynısını bulmak istiyorlardı.

Sonunda Palais Royal’da kaybolan gerdanlığın neredeyse aynısını buldular, 40.000 franktı ama 36 franka alabileceklerdi.

Kuyumcuya üç gün satmaması, bekletmesi için rica ettiler, ayrıca Şubat ayının sonuna kadar kayıp gerdanlığı bulurlarsa, bunu 34 bin franka satın alması konusunda pazarlık yaptılar.

Loisel’e babasından kalan 18 bin frank vardı, gerisini de borç alacaktı.

Ondan 5, ötekinden 10, diğerinden beşbin frank borç aldı, fahiş fiyatlarla senetler imzaladı, tefecilere borçlandı, karşılayaıp karşılayamayacağını bilemediği taahhütlere imza attı, başına gelecek, olabilecek tüm fiziksel ve ruhsal işkenceleri, dertleri, kara bulutları düşünüp korkuyordu, kuyumcunun dükkanına gitti ve otuzaltı frankı tezgahın üzerine saydı.

Madam Loisel, gerdanlığı arkadaşına geri götürdüğünde, kadın soğuk bir tavırla

“Daha önce geri getirmen gerekirdi, ihtiyacım olabilirdi” dedi.

Korktuğu olmadı ve arkadaşı kutuyu açmadı, açıp da gerdanlığın değiştiğini fark etse ne derdi? Madam Loisel’i hırsız yerine koyar mıydı?

Bundan sonra, Madam Loisel, muhtaç durumdaki insanların korkunç tecrübelerini yaşadı. Yine de payına düşeni oldukça cesurca katlandı. Bu korkunç borç ödenmeliydi, hizmetçilerini gönderdiler, evlerinden taşındılar ve tavanarasında bir oda kiraladılar.

Ağır ev işleri ne demekmiş öğrenmek zorunda kaldı, o zarif parmakları, gül pembesi tırnaklarıyla bulaşıkları, yağlı kapları, tavaları kendi yıkadı, eskipüskü çarşafları, giysileri kendi yıkadı, her katta nefes alarak su götürüp, su taşıdı ve sıradan biri gibi giyinmeye başladı, kolunda bir sepetle manava, kasaba gidip, kuruşu kuruşuna pazarlık yapıyordu.

Her ay birkaç senet ödediler, kimisini ertelettiler, yeni borçlar aldılar.

Kocası akşamları bir tüccar için ek iş yaptı ve gece geç saatlerde sayfası 5 kuruşa yazılar yazdı.

Bu durum on yıl böyle sürdü.

On yılın sonunda  tüm borçlarını, faizleriyle birlikte ödemişlerdi.

Artık Madam Loisel yaşlı biri gibi duruyordu, küf kokulu saçları, kırmızı elleriyle, kaba, zor ev işleri yapan temizlikçi kadınlara benzemişti, yerleri silerken kocasıyla yüksek sesle konuşuyor ama  kocası ofisteyken, pencerenin kenarına oturup, balodaki güzelliğini, herkesin kendisine nasıl hayranlık duyduğunu ve o güzel geceyi hatırlıyordu.

Gerdanlığı kaybetmeseydi ne olurdu? Kim bilebilir? Kim bilebilir? Hayat ne kadar tuhaf ve değişkendi! Ufacık bir şey insanı yıkabiliyor.

Bir Pazar günü, haftalarca süren işten sonra, kendini yenilemek için Champs Elysee’ye gittiğinde, yanında bir çocukla bir kadına rastladı, bu Madam Forestier’di hala genç, hala güzel, hala cazibeliydi.

Madam Loisel duygulandı, onunla konuşsa mıydı? Artık her şeyi ödediğine göre onunla konuşabilir, her şeyi anlatabilirdi. Neden olmasın?

Kadının yanına gitti.

“İyi günler Jeanne”

Diğeri bu alelade görünümlü ev kadının kendisine böyle samimi seslenmesinden şaşırdı, kadını tanımamıştı.

“ fakat madame galiba yanlışınız var”

“Hayır benim, Mathilde Loisel..”

Arkadaşı bir çığlık attı.

“Ah, zavallı Mathilde’ciğim ne kadar değişmişsin!”

“ Evet son görüştüğümüzden bu yana çok zor bir hayatım oldu ve çok yoksulluk çektik, ve senin yüzünden oldu!”

“Benim yüzümden mi? Nasıl?”

“Bakanlık balosunda takmam için ödünç verdiğin elmas gerdanlığı hatırladın mı?”

“ Evet, eee….”

“ Şey, ben onu kaybettim”

“ Ne diyorsun? Bana geri getirmiştin”

“ Sana tıpatıp aynısını alıp getirdim, ve onu  ödemek tam 10 yılımızı aldı, bizim gibi bir şeyi olmayan birileri için bunun kolay olmadığını anlamalısın, sonunda bitti  ve çok memnunum”

Madam Forestier durdu.

“ Benim gerdanlığımın yerine koymak için elmas bir gerdanlık aldığını mı söylüyorsun?”

“ Evet o gün fark etmedin, birbirine çok benziyorlardı”

Kadın gururlu ve samimi bir şekilde gülümsedi.

Madam Forestier çok duygulanmıştı, kadının ellerini avucunun içine aldı.

“ Ah, benim zavallı Mathilde’ciğim, benim gerdanlığım sahteydi, en fazla beşyüz frank ederdi!”

SON

Yazan: GUY de MAUPASSANT
Çeviren: Müjde Dural
Orijinal hikaye: www.http://classicreader.com/book/518/1/