Ferhunde Kalfa – Halit Ziya Uşaklıgil
-Hikâye- (Sadeleştirilmiştir.)
Ferhunde küçük hanımla beraber büyümüştü. Beraber büyümüş olmak ayrıcalığı Ferhunde’ye bütün ev halkı içinde bir özel yer, bir o kadar da kural dışılık vermişti. Kaç kereler efendinin ağzından işitmişti ki Ferhunde evin bir kızı gibidir. Onun için Hesna’ya ne yapılsa bir aynı, biraz daha az, biraz daha hafif olarak Ferhunde’ye de yapılırdı, hiç olmazsa renk itibariyle bir yakınlık, bir benzeme gözetilir, Hesna’ya bir bayram için mesela pembe ipekten bir kumaş alınırsa Ferhunde için bir yünlü yahut bir basma fakat herhâlde pembe bir şey alınırdı ve bu Ferhunde’nin kendisinin de evin bir kızı gibi olduğuna yürekten inanması için yetinilecek bir durumdu. Onun için Hesna’ya görücüler gelmeye başlayınca Ferhunde gizli bir sevinç duydu, bu görücüler kısmen kendisine de bir evlilik müjdecisi hükmünde idiler. Mademki küçük hanımdan ayrı tutulmuyor…
Görücüler geldikçe ona kanatlar takılır, merdivenlerden uçarak iner çıkar, yaşmakları feraceleri almak işini başkalarına bırakarak soluk soluğa koşar, küçük hanıma haber verir, giyilecek elbiseler hakkında uzun uzun mücadele eder, sonra bir aralık ortadan kaybolur, beş dakika sonra değişmiş olarak geri dönerdi. En önemli iş onundu: Misafirlere kahve verirdi ve bu özel tören için doğal olarak Ferhunde Kalfa da giyinir kuşanırdı.
Âdet etmişti, mutlaka elbisesini küçük hanımınkine yaklaştırmaya çalışırdı. Bugün küçük hanım görücülere yeşil mantinler ile çıkacak öyle mi? Ferhunde derhal karar verirdi: O da tirşe basmalarını giyecek…
Sonra küçük hanım önde, Ferhunde Kalfa arkada görücülerin huzuruna çıkılırdı. Kahveleri verdikten sonra Ferhunde gider küçük hanımın sandalyesine parelel bir yerde gözlerini indirerek, içten gelen bir utançla kızararak, ta kalbinden gelen bir titremeyle elinde kahve tepsisi bekler, burada beş on dakika küçük hanımla beraber görücüye çıkmış bir kız hayatını yaşardı.
Görücülerin yanından çıkınca kalbi çarparak küçük hanımla beraber koşar, onunla odaya kapanır, küçük hanımın boynuna sarılır, zapt edilemez sevinç taşkınlığıyla, “Çıldırdın mı? Ne oluyorsun? Kendine gel Ferhunde!..” uyarıların rağmen öper, öperdi. İlk defalarında: “Ah! Bilsen küçük hanımcığım, ne kadar sıkıldım, ne kadar sıkıldım!..” derdi, sonraları, “Artık alıştım, şimdi üzülüyorum, artık olup bitse, artık gelin oluversen de…” demeye başlamıştı. Mutlaka giden görücülerin kendisine de bir şey getireceklerinden, bu evin içinde dönen evlilik meselesinden kendisine de bir pay düşeceğine vicdanî bir kanaatle emindi. Bunu ne onun ne başkalarının söylemesine ihtiyaç yoktu, hatta bu o kadar doğal bir şeydi ki söylenmesi doğallığını bozardı. Mademki küçük hanımdan ayrı tutulmuyor…
Kendi güzelliğine güveni vardı; hatta görücüler gelmeye başladıktan sonra küçük hanımla kendi arasında karşılaştırmalar kurar, oranlar belli eder, hesabın sonunda kendisine gururlanma sebebi olacak şonuçlar çıkarırdı. Onun kısa kısa siyah kaşları, yumukça küçük siyah gözleri, pek ziyade utandığı zaman donuk bir kızıllık tabakası altında dalgalanan keşmîrî bir rengi ve geniş omuzlar altında gittikçe darlaşan gövdesiyle hoş bir endamı vardı. Bütün bu bir araya getirilmiş bilgiye eski kırılmış bir aynadan aşırılarak odasında özenle saklanan el kadar bir parçada uzun uzun inceleyerek hükmetmişti ki Ferhunde Kalfa öyle yabana atılacak bir şey değildir. Yalnız küçük hanımın bir şeyini kıskanırdı, evet, bunu kendi nefsine karşı da itiraf etmişti, açıkça, sözü dolandırmadan kıskanırdı: Sarı saçlar… Kaşlara, gözlere, tenine o kadar önem vermezdi, kendisinde bunlara denk gelecek kıymetler, üstünlükler bulurdu, fakat saçlar… Ah! Mümkün olsa onları değiştirmek, bu kara şeyleri sarı, sapsarı sırma gibi yapmak mümkün olsa…
***
Düğüne karar verildikten sonra ufak bir korkuyla beraber sevinmekten uzak kalmamıştı; hatta bir gece farkında olmaksızın o korkuya gereğinden fazla kendisini kaptırdığını hissedince birden silkinerek kendi kendisini şiddetli bir azarlamayla gerçeğe davet etmişti: Çılgın kız! Çifte düğün yapacak değiller a!.. Her şeyin sırası var.
Kıskanmıyor, tam tersine o beklenen sıranın çabuk gelmesi için herkesten çok o telaş ediyor, her sabah çarşıya çıkılma ihtiyacını küçük hanımın hatırına o getiriyordu. Bu çarşı seferlerinde hanımlara eşlik ediyor, işlenmiş terlik kutuları türlü türlü kumaş paketleri, sırmalı bohçalar, havlular, kollarının arasında biriktikçe bunların başkasına taşıttırılmasına izin vermeyerek kucağından taşan eşya ile hanımların arkasından koşuyordu. Bunları koltuğunun altında, göğsünün üstünde taşıdıkça, sıktıkça güya evliliğe nefsince bir yaklaşma oluyor, onlardan ruhuna bir hülya kokusu, bir mutluluk müjdesi geliyordu.
Eve böyle neler taşıdı! Terden yaşmağı yanaklarına yapışarak, yorgunluktan soluya soluya İstanbul’un bin köşesinden neler neler getirdi! Ve hep bunlar alınırken, beklenirken kendisini, kendi düğününü düşünür, sonra doğal bir insaf hissi ile haddini bilip hayaller kurmaktan vaz geçerdi. Bununla beraber bütün bu kumaşlardan, işlenmiş şeylerden, gümüş kap kaçaklardan kedisine de sayıca daha az, daha ucuz, daha sade bir çeyiz düzer, içinden vicdanının yasakladığı türlü dilekler tutardı. “Şundan ben de alayım, varsın biraz daha sade olsun, bunun elbette bir ucuzunu bulurum ama daha küçük olacakmış ne zararı var!” derdi.
Bunlar eve getirilip de herkes başına üşüşünce Ferhunde bir ateş parçası kesilirdi. Elinden gelse bunları kimseye göstermeyecek, kimsenin el sürmesine razı olmayacaktı. Bunlara bakmak, dokunmak hakkının küçük hanımdan sonra yalnız kendisine ait olduğunu düşünüyordu. Onları herkesten kıskanır, esirgerdi.
Çarşıda refakat hakkını kimseye bırakmadığı gibi evde dikilecek, yapılacak şeylere de kimseyi karıştırmadı. Bir gece “Haydi! Artık yoruldun, git de yat!.. dedikleri için hüngür hüngür ağlamış, saatlerce matem tutmuştu.
Bir gün sofra başında efendi ile hanım ufak bir fısıltıdan sonra Ferhunde’ye bakarak gülümsediler, onun yüreği oynadı, elinde olmadan gözlerini indirdi.
O gece Ferhunde olmayacak bahaneler icat ederek hep efendi ile hanımın yanına girdi, çıktı; o gülümsemenin anlamına dair bir koku almak istiyordu. Kendi kendisine, “Acaba ne var?” diyordu. Ne olduğundan âdeta emindi: “Acaba kim istiyor?” diyordu.
Ertesi sabah hanımın sesini işitti:
- Ferhunde! Seni efendi istiyor.
Az kaldı düşecekti, bir müddet cevap vermedi, hareket edemedi, dizleri titriyordu. Efendinin yanma giridiğinde gözlerini kaldırıp bakamıyordu; nihayet, işte o mutluluk müjdesini alma dakikası gelmişti!..
Efendi kesik kesik başladı:
- Ferhunde! Sen Hesna ile beraber büyüdün, seni şimdiye kadar evden ayrı tutmadım, sen de hepimizin memnuniyetini kazandın.
Ferhunde nefes alamıyordu, efendi devam etti:
- Şimdi Hesna yabancı bir eve gidiyor, orada yanında candan kimse bulunmayacak olursa pek ziyade sıkılacak. Nihayet düşündük, seni beraber göndermeye karar verdik, işitiyor musun Ferhunde? Hesna ile beraber gideceksin. Zaten senden eminiz, ona nasıl bağlılıkla hizmet edeceğini pek iyi biliriz. Sonra, bir iki sene sonra, hayırlı bir sırada, elbet sen de ödülünü görürsün, anlıyor musun Ferhunde?..
Ferhunde anlıyordu, ilerledi, efendinin eteğini öptü, şüpheli bir durumda kalmaktan elbette böyle açık bir vaat almak daha hayırlıydı. Bir iki sene sonra? Bir iki senenin ne önemi var? Göz açıp kapanıncaya kadar sene geçiyor. Hayırlı bir sıradan ne demek istediğini de anlamıştı, kendi kendisine “Ne olacak? Küçük hanımın bir çocuğu olunca…” diyordu.
Bu olaydan sonra Ferhunde’ye bir başka hafiflik geldi, o güne kadar ufak bir korkusu vardı fakat bu defa işte emellerinin ufkuna açık seçik bir belli süreyle kesin bir ümit dikilmişti.
Düğünde Ferhunde’nin güya şahsiyeti çoğaldı, bir Ferhunde’den yüz Ferhunde çıktı; her tarafta ona rastlanıyor her iş başında o görülüyor. Bu düğün bir anlamda onun düğününün başlangıcıydı böyle telaş ve neşe dolu, kalabalığın içinde koştukça kendisine de bir parça gelin oluyor gözüyle bakıyordu.
Ona hep çehizlik cariye ayırıcı sıfatıyla “Kalfa! Kalfa!..” diyorlar ve Ferhunde Kalfa etrafında yükselen bu saygı seslenişleri arasında bir iki sene sonra bir hayırlı sırada yapılacak olan düğününün hazzını bugünden duyarak düğün evini neşe ve telaşıyla dolduruyordu.
Bugünden sonra bekleyiş dönemi başladı. Doğrudan doğruya sormaya cesaret edemez, bir küçük soru kelimesi emellerinin gizliliğine nüfuz edilmesine sebeb olacağından çekinerek sessizce beklerdi. Fakat günler aylar geçiyor, hâlâ o beklenen şeyden bir haber gelmiyordu. Bir gün kızararak, utanarak, her vakit her şey hakkında teklifsizce görüştüğü küçük hanımından bu defa sıkılarak sormaya cesaret etti: “Küçük hanımcığım, yapayalnız kaldık, bize ne vakit bir eğlence çıkacak?” Aldığı cevap hiç de hoş değildi: “Aman Ferhunde, sen de, hiç yeni gelinliğimi bilmeyeyim mi?”
O gün Ferhunde’nin başına ağrı geldi, dilim dilim limon keserek kahveye batırdıktan sonra başına bağladı ve hep evin içinde akşama kadar böyle dolaştı. Artık zavallı kalbi isyan etmeye başlıyordu. Demek küçük hanım eskiyecek, ondan sonra çocuk doğacak, daha sonra Ferhunde düşünülecek?
Artık titizleşiyor, olmayacak bahanelerle kavgalar icat ediyor, damat bey biraz yüksek sesle bir şeyi söylese yukarıya çıkıp saatlerce ağlıyordu.
Bazen sabahları kalktığında yatağının içinde oturur ve uzun uzun düşünerek düğünden beri geçen zamanın hesabını bulmaya çalışırdı. Kendi kendine “Mevlütten sonraydı, o sene yazın Kadıköyü’ne gittik, bir sene de Kanlıca’da kaldık, şimdi yine yaz geliyor…” diye seneleri birbirine ekleyerek bir gün bulmak ister, sonra “Üç sene… Üç sene olmuş…” nidasıyla hayretini ifade ederken birden bir şey kalbini kıvırırdı: “Bir sene de yazı burada geçirdik. Demek dört sene oluyor. Dört sene! Küçük hanım hâlâ yeni gelinliğini bilecek.”
O vakit küçük hanıma düşman olur, o sabah aşağıya indikten sonra bütün hizmetini ters bir suratla, çatık kaşlarla görürdü.
Bir gün evin içinde bir olağanüstü haber duyuldu: “Gelin hanım gebe imiş!” denildi. Ferhunde artık sıkılmadı; bu haberin doğruluğundan emin olmak istiyordu, küçük hanımına koştu ve tereddüt etmeden, açıktan açığa sordu, ona gülerek: “Galiba!” cevabı verildi.
Ah! Bu belirsiz cevap onu nasıl üzdü, günlerce, haftalarca uykusu kaçtı. Nihayet haberin gerçekliği ortaya çıkınca Ferhunde’ye büyük bir kalb dinginliği, gönülden bir güven geldi. Şimdi artık önünde şüpheli bir bekleyiş dönemi değil belli bir süre vardı.
Bütün eski faaliyetini, neşesini tekrar buldu. Artık küçük hanımın yanından ayrılmıyor, gözünün içine bakıyor, o merdivenlerden inerken kollarına girmek istiyordu.
ikide bir de sorardı: “Daha ne kadar var, küçük hanım?.. Şimdi sekiz ay mı kaldı? Daha bir ay var, tam otuz gün desenize..!”
Bu bekleyiş heyecanı onu sarartıyor, kuvvetten düşürüyordu, artık bütün hayatı hastalıklı bir sinirlilik içinde hummalarla geçiyordu.
Çocuğu çıldırasıya sevdi, hemen bütün hizmetlerini üstüne aldı, hele çamaşırları yıkamak vazifesini herkesten esirgedi. Zıbınlarını, gömleklerini çitiledikçe ta çamaşırlıktan sesi işitilirdi: “Sevsinler de sevsinler! Kendine göre çamaşırları da varmış…”
Fakat bütün bu muhabbetlerle beraber çocuk kendisine bir mutluluk müjdesi getirmekte gecikiyor, Ferhunde ninni söyleyerek beşiği salladıkça aylar da birer birer geçerek o eski senelere karışıp gidiyordu.
O artık beklemez olmuştu, şimdi bir üzüntünün başlangıcındaki duygularının gevşemesiyle emellerine bir durgunluk geliyor, o ayakları gittikçe ağırlaşarak, endamı gittikçe çökerek evin içinde yorgun yorgun dolaşıyordu.
Ona artık Ferhunde Kalfa denilmiyor, Sabit Bey’in dadısı deniliyordu. Bu unvan başka ağızlara da yayılarak yavaş yavaş Ferhunde Dadı resmî unvanıyla tanınır oldu ve bu sanki onu yirmi sene ihtiyarlattı.
***
Bir bayram günü çocuğu dadısına uyarak büyük babasına gönderdiler. Dönerken büyük efendi dedi ki:
- Biraz dursana, Ferhunde!.. Senin hizmetlerine artık mükâfat zamanı geldi.
O zaman efendi çekmecesinin kapağını açtı, kalemini baş parmağının tırnağında çatlattı, bir kâğıt çekti ve düşüne düşüne, her kelime için kalemini dört beş kere hokkasına batıra batıra, uzun uzun yazdı, tekrar okudu, cebinden mührü çıkarıp mürekkepledi ve özenle kâğıda bastıktan sonra yaptıklarını izleyen çocuğa uzatarak:
-Al, Sabit! Dadına ver, artık rahat etsin. dedi.
Ferhunde o dakikaya kadar anlamamıştı, Efendi’nin bu sözü, gerçeği açıklamış oldu. O kadar duygulandı ki neşesinden oraya yığılıverecekti. Çocuğun elinden kâğıdı alarak efendisinin ayaklarına kapandı.
Ferhunde o dakikaya kadar anlamamıştı, Efendi’nin bu sözü, gerçeği açıklamış oldu. O kadar duygulandı ki neşesinden oraya yığılıverecekti. Çocuğun elinden kâğıdı alarak efendisinin ayaklarına kapandı.
Demek o kadar zamandan beri beklenen mutluluk dakikası gelmişti. Demek o artık gelin olabilecek ve şimdi aralarında birkaç beyaz tel fark olunan saçlarını, bu kara şeyleri sarı, sapsarı, sırma gibi yapmak mümkün olacaktı.
O akşam Ferhunde bu mutluluk belgesiyle eve dönünce damat bey de buna kendi tarafından bir ödül payı daha ilave etmek isteyerek:
- Ferhunde Dadı, seni gelin etmek de benden, Sabit’i çabuk büyüt, mektebe verelim de… dedi.
Ferhunde’nin bir müddetten beri yavaş yavaş sönen, küllenen emellerinin ateşi üzerinden sanki bir rüzgâr geçmiş oldu, bu kâğıt parçası bütün tatlı düşlerinin gücünü diriltmiş, tazelemişti. Onu sandıktan, bohçaların arasından çıkarıp öpüyor, derin derin esrarlı anlamını düşünüyormuşçasına saatlerce bu yazılara bakıyordu… Sonra gidip gizlice bir aynada saçlarını muayene ediyordu: Bir, iki, üç.. Oh! Şimdi onlardan birçok vardı, fakat mademki boyayacak…
***
Sabit’in mektep meselesi iki büyük mateme karıştı: Büyük efendi ile büyük hanım birbirini takibeden senelerde düğün ihtimallerinin önüne set çekerek aileyi matemde bıraktılar. Bu iki darbe Ferhunde’nin emellerinde son kuvvetleri de ezdi. Artık bütün dünyaya, hatta o kâğıt parçasına küstü. Geceleri yatarken düşünmemeye, hayal kurmamaya çalışıyordu. Şimdi zavallı kalbinde her şeyi fena gösteren bir acılık vardı ve bu küskünlük içinde, Sabit serpilip büyüdükçe, Ferhunde’nin omuzları daha fazla çökerek, adımları daha fazla ağırlaşarak, şakaklarında gittikçe beyaz teller çoğalıyordu.
Bir gece Hesna tiz bir kahkaha ile odasından çıkarak telaşla Ferhunde’yi çağırdı:
-Dadı! Dadı!..
Şimdi Ferhunde’ye o da dadı diyordu. Ferhunde yanlarına çıktığında Hesna Hanım’la damat bey hâlâ gülüyordu. Hesna Hanım dedi ki:
-Dadı! Haberin var mı? Senin kısmetin çıktı.
Ferhunde hayretle baktı, inanamıyordu:
Ferhunde hayretle baktı, inanamıyordu:
-A, inanmıyor musun, dadı? İşte bey söylüyor, seni Sabit’in lalası istiyormuş.
Ferhunde hiç cevap vermedi, çevrildi ve dışarıya çıktı, kendi kendisine mırıldanırken arkasından işittiler: “Tamam!” diyordu. “Bekle bekle de lalaya var…”
Ferhunde’nin lalayı istemediğine kanaat getirilince bütün kolculara, eve gelip giden kadınlara,
komşulara haber verildi ki evde gelin edilecek bir çırak var. O günden sonra Ferhunde için hummalı bir yeni dönem başladı.
Evlilik meselesi tekrar can bulmuştu, hatta görücüler bile geldiler. Ama zaman geçiyor, beyaz teller acımasız bir inatla çoğalıyor ve Ferhunde hâlâ bekliyordu.
Bir gün Hesna Hanım dedi ki:
- Dadı! Bugün seninle nereye gidiyoruz, biliyor musun? Sabit için kız bakmaya…
Ferhunde şaşırdı. Nasıl? Sabit Bey evlenecek kadar büyümüş müydü? O zaman zihninden hesap etti: Sabit için yirmi ikisinde diyorlardı, düğünden dört sene sonra doğmuştu. Hesna Hanım gelin olurken yirmisinde olduğunu zaten söylüyorlardı. Şu halde? hesabın sonucunu bulamıyor, bu seneleri biri birine ilave ederek o dehşete düşüren toplama ulaşamıyordu, fakat ta kalbinin içinde bir ağlama düğümü duydu…
Ferhunde bu düğünde de koşacak kadar kuvvet buldu. O kalabalığın arasında dolaştıkça bu defa “Güveyin dadısı! Güveyin dadısı” fısıltılarını işitiyordu. Bu gece odasına kapandı, senelerden beri ihmal edilerek terk olunan o artık eskimiş, sararmış, donuklaşmış kâğıt parçasını çıkarıp üzerine kapandı, ağladı, ağladı.
Bu düğün de geçmiş, aylar yine aralıksız akış zincirini sürükleye sürükleye Ferhunde’nin saçlarına bir kar tabakası daha ilave etmişti. Bir gece yeni güvey-gelin dadılarını içeriye çağırdılar ve yalvarmaya başladılar: Lala şimdi de rica ediyor, onların başının etini yiyor, âhir ömrünün saatlerinin sakinliğini onların lütfundan bekliyordu. İkisi de Ferhunde’ye sarıldılar, sarkık yanaklarından öptüler, beyaz, artık bembeyaz saçlarını okşadılar.
Ne iyi olacaktı! Lala ile Ferhunde’yi salıvermeyeceklerdi, onlar yine burada oturacaklar, yeni çıkacak bebeğe bakacaklardı…
Gelin hanım gülerek doğacak bebeğe atfen “Değil mi, Ferhunde Bacısı” diyordu. Evet, artık bu yeni unvana az bir zaman kalmıştı. Birkaç ay sonra bebek çıkacak ve Ferhunde, artık Lala’ya gelin olmaya ikna edilen Ferhunde bu bebeğin bacısı olacaktı!..
Düğün günü bütün ev halkının ısrarına karşı koyamayarak süslendi, köşeye oturtuldu. İşte, nihayet işte gelin olmuştu! Fakat saçlarını sarı, sapsarı, sırma gibi yapamamış, yapmak istememişti. Çünkü onlar artık siyah değil, beyaz, bembeyaz, ipek gibi idi.
—-
Kalfa: Eskiden saraylarda ve konaklarda hizmetlilerin başında bulunan kız ya da kadına verilen bir unvandır… Kalfalar çok küçük yaşlarda konaklara alınır ve evin düzenine uygun şekilde yetiştirilirler. Belli bir hizmet süresinden sonra çehizleri konak sahibi tarafından hazırlanarak evlendirilirler.
Mantin: Canfes de denilen, tok, ince ipekli bir tür kumaştır. Fransızcadan dilimize geçmiş bir kelimedir.
Tirşe: Yeşil ile gök rengi arası bir renktir.
Lala: Eskiden zengin ailelerin erkek çocuklarını koruması ve kollaması için tuttukları bir çeşit erkek dadıdır.
Keşmir: Bir çeşit yünlü kumaş
No comments:
Post a Comment